Gökhan Yavuz Demir Hikâye Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle başlamış olabilir. O ilk dökülen kandan bu yana, insanoğlu kendi türdeşlerinin canını almak için bitmeyen bir sebep arayışındadır. Arayıp bulduğu bu nedenlerden en saçma ve en kabul göreni, en çocukça ama en vahşi olanı da kimliktir: ‘Ben’i ‘öteki’den ayırt eden, bu nedenle de ‘öteki’ni ‘ben’den kıymetsiz, aşağı, değersiz […]

Etnik milliyetçiliğin  panzehiri olarak edebiyat

Gökhan Yavuz Demir

Hikâye Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle başlamış olabilir. O ilk dökülen kandan bu yana, insanoğlu kendi türdeşlerinin canını almak için bitmeyen bir sebep arayışındadır. Arayıp bulduğu bu nedenlerden en saçma ve en kabul göreni, en çocukça ama en vahşi olanı da kimliktir: ‘Ben’i ‘öteki’den ayırt eden, bu nedenle de ‘öteki’ni ‘ben’den kıymetsiz, aşağı, değersiz kılan, tam da bu gerekçelerle ‘ben’e ‘öteki’ni yok etme hakkını veren, etnik köken üzerine inşa edilmiş ve bir arada yaşamamıza asla müsaadesi olmayan ‘ölümcül kimlikler’imiz. Bir tarafta insanoğlunun meşruiyetini kimlik denen kana susamış modern politik bir icattan alan vahşeti, diğer tarafta bu vahşetin yarattığı hasarın tespitini çıkararak teselli vermeye çalışan edebiyat. Yıkan da yaratan da, yakan da yazan da, anlamayan da anlamaya çabalayan da, öldüren de ölen de, başkalarının hikâyelerine kulak tıkayan da hikâyelerin kaybolup unutulmasına izin vermeyen de yine insan!

Ruandalı bir anneyle Fransız bir babanın çocuğu olarak 1982’de Burundi’de doğan ve 1995’te iç savaşın patlak vermesi ve Ruanda’da insanlık tarihinin kanlı soykırımlarından birinin başlamasıyla Fransa’ya iltica eden, aslında bir rap şarkıcısı olan Gayë Faye’nin, bir tür otobiyografik anlatısı Küçük Ülke’yi okuyunca, insan nasıl başladığını anlayamadığı bu etnik cinayet hikâyelerinin nasıl biteceğini de hiç bilemediğini idrak ediyor.

Küçük Gaby’nin ailesini, akrabalarını, dostlarını, küçük ülkesini, ama her şeyden çok da kendi çocukluğunu kaybedişinin hikâyesi bu. Fransa’da bir mülteci olarak hayatına devam eden Gaby, seneler evvel ardında bıraktığı memleketine dönerek bütün bu kayıplarını telafi edeceğini umar. Bu telafinin tatlı hayali ile yurduna dönmenin sıcak özlemi arasında her şeyin çok hızlı değiştiği çocukluğunun son mutlu anlarını hatırlayarak, bir iç savaş ve soykırım hikâyesinin nasıl başladığını bize anlatırken aslında kendisi de olan biteni anlamaya çalışır.

Aynı ülkede yaşayan, aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan ama yine de savaşan ve birbirlerinin kökünü kurutmak için ellerinden geleni artlarına koymayan Hutular ile Tutsilerin arasındaki husumetin ateşi hiç sönmemiştir. Gaby’nin annesi Yvonne 1963 senesindeki bir katliam gecesinde, ailesiyle birlikte yanan ülkeleri Ruanda’yı terk edip Burundi’ye kaçtığında dört yaşındadır. Oysa bir katliamdan kaçmak mümkün değildir. 1994 yılında vahşet tekrar ve daha da büyüyerek başladığında Yvonne’un neredeyse bütün ailesi yok olacaktır.

Küçük Gaby’nin ailesi, dostları ve huzurlu hayatı belki de ilk isabeti babasıyla olan kavgasından sonra annesinin evi terk etmesiyle alır. Aslında bu kavganın altında bile Burundi’de mülteci olan vatansız bir Tutsi ile Afrika’da macera arayan sömürgeci bir beyaz adam arasındaki kimlik çatışması vardır. Bir süre sonra bu kimlik meselelerinin Burundi’de yapılacak ilk seçimin heyecanıyla her yana, hatta evdeki hizmetlilere, okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarına bile yansıdığını görür. Kendi çıkmaz sokaklarındaki çete arkadaşlarıyla Francis’i dışlamaları gibi. Oysa Gaby ısrarla kendini tanımlamak istemeyen, bu nedenle kendi seçmediği ismi Gabriel’i kendi yerine karar verenlerin yerine karar vermek için inadına kullanmayan bir çocuktur. Fakat otuz yıllık bir tek adam yönetiminden sonra demokrasiyle tanışmaya hazırlanan Burundi alttan alta kaynamaktadır. Yakın dostu Gino’yla gittikleri bir meyhanede sıradan bir adamın şu sözlerini dinlerler: “Demokrasi tek amacı bizi bölmek olan beyazların icadıdır.” Demokrasi değil ama bir tür matematiksel despotizm veya çoğunluğun tiranlığı olarak demokrasi hiç kuşkusuz böler ve insanlarına baldıran zehri içirir. Nitekim çok geçmeden Burundi’de ordu bir darbeyle seçilmiş hükümeti devirir. O esnada komşu Ruanda’da ise Hutular çok planlı bir Tutsi soykırımına hazırlanmaktadır. Ve bu giderek artan kaos küçük Gaby’i saklandığı o güvenilir sığınağında, çıkmaz sokaktaki evinde bulur.

Yaklaşık üç ay içinde Ruanda’da iktidarı elinde bulunduran Hutular, sekiz yüz bin Tutsiyi ve ılımlı Hutuyu katleder. Gaby’nin annesi Yvonne bu katliamın izlerine bizzat şahit olur ve bir daha asla çıkışı bulamayacak şekilde kendi ruhunun labirentlerinde kaybolur. Bu katliamın akabinde Burundi’deki Tutsiler, hem Hutu hem de onların yaptığı katliama göz yumdukları için bilhassa Fransız avına çıkarlar. İşte bu esnada Gaby en yakın dostlarının nasıl ötekinin kanına susamış birer etnik canavara dönüştüğünü görür. Masumiyetini yitirmesiyle birlikte her şey ve herkes artık büyük bir hayal kırıklığından ibarettir.

Kaosun, şiddetin ve terörün her yere sirayet ettiği o dehşet günlerinde Gaby, bahçesindeki mango ağaçlarının meyvelerini çalarak eğlendiği komşusu Madam Economopoulos sayesinde ilk kez kitapların sihirli dünyasıyla tanışır. Burundi’de toplumsal cinnet ivme kazanır ve bir arada yaşama umudunun teknesi hızla su alırken, Gaby’nin sığınacağı ve kendini güvende hissedeceği yeni bir dünya vardır artık: kelimelerin ve hikâyelerin sihirli dünyası. Dışarıda yaşanan katliam ne kadar saçmaysa, kitapların sayfasından taşan kelimelerin gerçekliği de o kadar anlamlıdır.
Bütün bu kan ve gözyaşını, aslında çocukluğunu ve masumiyetini de, ardında bırakarak Fransa’ya kaçan Gaby, edebiyatı, farklılıktan korkunun ötekine nefrete dönüşmesinin yol açtığı soykırımın panzehiri olarak gördüğü için bu kitabı yazmış olsa gerek. Bir arada yaşamamızı mümkün kılacak, bizi biz yapan müşterek hikâyelerimiz olduğunu, sahici, sarsıcı ve gayet derin bir hikâye anlatarak tekrar hatırlatmak istediği aşikâr. Çünkü böyle büyük katliamlarla kaybettiğimiz şey sadece sevdiklerimiz, ülkemiz, geçmişimiz, hatıralarımız ve masumiyetimiz değil, insanlığımız, bir arada yaşama imkânımız ve daha iyi bir dünya hayalidir de.

Küçük Ülke, etnik milliyetçiliğin toplumların başına ne büyük belalar açabileceğine dair büyük dersler çıkarılacak ve bir solukta okunacak kadar küçük, leziz bir roman. Gaël Faye’yi kayıplarından ve acılarından hakiki bir eser çıkarabilmeyi başardığı için doğrusu tebrik etmeliyiz. Sayesinde bu hikâyenin nasıl başladığını ve ne hâl alabileceğini hatırlasak da maalesef hâlâ nasıl biteceğini bilmiyoruz.