1001 Fıçı Bira, Son 11 ve Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba adlı romanlarında taşra insanının yaşamına odaklanan Uludere yeni romanı Nikâh Sarhoşluğu’nda büyükşehirde yaşayan orta sınıfı merkeze alıyor.

Evlilikten hiçbir aşk sağ çıkmaz

Elif HAMİTOĞLU

Trakya kasabalarında geçen romanlarıyla tanınan Ferhat Uludere’nin yeni romanı Nikâh Sarhoşluğu Edisyon Kitap etiketiyle yayımlandı. Nikâh Sarhoşluğu evlilik üzerine düşündüren, yer yer de güldüren ama her satırıyla karşılaştığımız gerçekleri sorgulayan bir kitap. Yapay ve abartıdan uzak bir dile sahip, bu da okumayı daha da keyifli hale getiriyor. Geleneksel ve modern arasında nasıl sıkışıp kaldığımızı, bir yandan da her şeyi kendi olurumuza uydurmaya çalışırken ne kadar yorulduğumuzu gösteriyor Ferhat Uludere. Uludere, evlilik telaşesinin günümüz orta sınıf insanına nasıl bir yük haline geldiğini esprili ve akıcı bir şekilde anlatıyor.

Romanlarınızda genelde kasabaları anlatıyordunuz. Olaylar, kişiler hep kasaba etrafında geçiyor. Nikâh Sarhoşluğu’nda ise daha çok İstanbul’u okuyoruz. Bunun bir geçiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
İlk gençliğimizde kasabayı terk etmek, bir an evvel büyük şehre gitmek istiyorduk. Büyük şehre gelmeyi başardık ama sanırım beden olarak gelsem de aklım hep kasabada kaldı. Belki de o yüzden hep kasabaları anlatmayı tercih ettim. 1001 Fıçı Bira, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba ve Son 11’de hep kasabadaydım. Nikâh Sarhoşluğu ile birlikte nihayet İstanbul’a gelmiş sayılırım artık. Ama yine de bu bir geçiş değil gibi geliyor bana. Bir ziyaret diyelim. Kalıcı değilim şehirde bir sonraki romanım yine kasabada geçebilir. Çünkü edebiyat için gerçek malzemenin orada olduğuna inanıyorum.

Nikâh Sarhoşluğu günümüz orta sınıf evliliklerinin bir temsili. Her ne kadar esprili bir dille yazılmış olsa da yer yer sert eleştirilerin de olduğunu düşünüyorum. Kitap bir anlamda ilişkilerin nasıl evrildiğine ve bir çoğumuzun buna çaresizce boyun eğişine odaklanıyor.
Evliliğin üzerinde çok durulması gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bir ilişkinin kutsanması, devletçe denetim altına alınması ve bunun üzerinden ekonominin gelişmesi. İnsanlar evlilik kararını verdikten sonra hayatın başka bir evresine giriyorlar. Kadın için de erkek için de her şey değişiyor. Bu değişim ne yazık ki kendiliğinden oluyor. İşin ilginç tarafı bunları bilsek bile hepimiz evlenmek için bahaneler bulabiliyoruz. İçinde yaşamak için can attığımız bir hapishane aslında evliliklerimiz. Bu hapishaneye girmek için insanlar sıraya giriyor, sıraya girmekle kalmayıp bunun için de varını yoğunu harcıyor.

Evlilik üzerine bir şey yazmak ve evlilikleri kıyasıya eleştirmek gibi bir niyetim yoktu aslında, sadece durumu anlatmaya çalıştım. Kitabın ana ekseni kız isteme merasimi üzerinden ilerlese de bir anlamda baba ve oğul ilişkisizliğini de anlattım. Ve bunu da eğlenceli bir şekilde yapmak istedim. Çünkü en büyük eleştiri iktidarla alay etmek değil midir?
Ben de ona gelmek istiyordum. Baba ve oğulun ilişkisi kitap boyunca irdelenmiş. Her erkeğin babasıyla bir meselesi olduğunu düşünüyor musunuz?
Bugünden bu soruya cevap vermek zor olabilir aslında. Çünkü proje çocuklar çağı yaşıyoruz. Hepsi özel üretim gibi, üstlerine düşülüyor, özgüvenli yetişiyor ve kendilerinin dışında başka hiç kimseyle ilgilenmiyorlar. Ama bizim jenerasyon pek öyle değildi. Bizler sevgiyi hak etmek için bile kendimizi kanıtlamak zorundaydık. Babalar evlerde olmazdı. Yemekten sonra ya birahaneye ya da kahvehaneye giderlerdi. Bazıları yemek için bile eve gelmezdi. Benim babam birahane işletiyordu ve neredeyse hiç evde yoktu mesela.

Bu anlamda baba ve çocuklar arasında ilişki gelişmiyordu. Aynı evde yaşamalarına karşın birbirlerini tanımayan bu insanlar, birbirleriyle gerçekten karşılaştığında, bu genel anlamda evlilik gibi babanın seremoni için gerekli olduğu zamanlarda oluyordu, birbirlerinden pek hazzetmediklerini görüyorduk.

Kitabın bir diğer önermesi de 'evlilik aşkı öldürür mü?'
Bilmiyorum ama evlilikten sağ çıkan herhangi bir aşk görmedim daha.

Kitabınızı neden ben/kahraman bakış açısı ile/diliyle yazdınız?
Kitabın içindeki samimiyeti ve akıcılığı yakalamak için böyle bir anlatıcı kullanmam gerekiyordu. Çünkü bir dertleşme havasında olmalıydı kitap. Tek kişilik bir monolog olsa da… Genel anlamda yakalamak istediğim atmosfer de bir meyhane ortamıydı. İçki içerken rast geldiğiniz biri size kendi hikâyesini anlatıyor. Onun hikâyesine gülecek, üzülecek ve masadan kalktığınızda da unutacaksınız. Tıpkı her gün yaşadıklarımız gibi.

Faulkner roman için en iyi yazma yaşı otuz beşten, kırk beşe kadardır demiş; katılıyor musun? Veya ne düşünüyorsun?
Bu doğruysa iyi roman yazmak sınırını bitirmeme az kalmış demektir. Her halde 45 yaşına kadar başka bir roman daha yazabilirim. İlk kitabım 2002'de yayımlandı ve 25 yaşındaydım. 25 yaşında kitabınız olması çok havalı bir şey ama, o kitapla 40 yaşında yeniden karşılaşınca insan biraz buruk bir haz yaşıyor. Çünkü karşılaştığınız çocuğun bazı cümlelerini sevmeye biliyorsunuz. Kitapların fikir değiştirmemek gibi bir huylarının olması çok kötü. Siz büyüyüp gelişirken onlar aynı kalıyor. Kırklı yaşlar edebiyat için en uygun yaşlar gibi geliyor bana. Gerçi 50 olunca da en iyi yaş 50 diyebilirim.