İşyerlerinde gelişen kitlesel işgal ve iş bırakma eylemlerini değerlendiren Sendika Uzmanı Can Şafak, bunların, siyasi sonuçlar yaratabilen kitlesel hareketlerin öncüleri olmaları bakımından önemli, değiştirici olduğunu belirtti.

Eylemler kitlesel dalganın öncüsü

Rıfat Kırcı

Ekonomi geniş kesimlerin belini büktü, alım gücü eridi, asgari ücret açlık sınırının altına düştü. İşçi sınıfı işsiz kalma kaygılarıyla çalışıyor. Zaten ağır olan çalışma koşulları salgınla beraber iyice beter bir hal aldı. Antep, Kayseri gibi tekstil ve mobilya sanayisinin büyük olduğu kentlerde haftanın 6 bazen 7 günü işçilerin fazla mesai ücreti almadan 12 saat çalıştırıldığı defalarca gündem oldu. Metal ve gıda işkollarında sendikalaşıp toplu sözleşme talep eden işçilerin grevleri aylardır sürüyor, grev kırmasına rağmen işverene yaptırım uygulanmıyor. Özellikle yabancı sermayeli fabrikalarda işverenin yasaları özgürce çiğnemesine göz yumuldu. İşçilerin kendilerini yasalar etrafında savunabileceği pozisyonlar ne yazık ki yok edildi. Tüm anayasal haklar fiilen kaldırıldı. Çalışıyor olmasına rağmen borç batağına, kölelik koşullarına mahkum bırakılan sınıf da artık tahammül eşiğinin sonuna geldi. Fabrikalarda çeşitli taleplerle ani eylemler, işgaller gerçekleşmeye başladı. Talepler genellikle toplu sözleşme, zam, ödenmeyen maaşların ödenmesi, atılan işçilerin işe geri alınması, çalışma koşullarının hafifletilmesi oluyor. Peki nasıl kazanım edilecek? Yeni pratikler açığa çıkacak mı ya da ne tür tecrübeler sağlanacak? Sorularımızı Sendika Uzmanı Can Şafak’a sorduk

Sendikalı ya da sendikasız işyerlerinde işçilerin örgütlü şekilde ve anlık gelişen direnişlerine, iş bırakma eylemlerine tanık olduk. Özellikle enerji, metal, tekstil ve maden işkollarındaki direnişler dikkat çekti. İşçiyi harekete geçiren neydi?

Yakın zamanda inşaat işkolunda da kitlesel işçi eylemleri olmuştu. Bu eylemler ve maden işkolundaki işçi direniş ve yürüyüşleri ağır, kötü çalışma şartlarına ve iş cinayetlerine karşı patlak verdi ve çok da etkili oldu. Ama genel olarak ve özellikle de son sıralarda işçi eylemlerinin örgütlenmesindeki temel faktörün ekonomik çöküş olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. Ekonomik çöküş işçinin dünyasında pahalılık, yoksulluk olarak ortaya çıkıyor. Her ay kimi kuruluşlarca açıklanan yoksulluk sınırı ulaşılabilir değil. Toplu pazarlık sürecinde dahi savunulamayan, ulaşılamayan bir kriter. Asgari ücret açlık sınırının üzerinde ve bugün hep söylendiği gibi artık neredeyse ortalama ücret halini almış durumda. Emekçi sınıflar her gün biraz daha yoksullaşıyor. Bu koşullarda işçiler bir çare olarak sendikalaşmaya ya da sendikalarını değiştirmeye yöneliyorlar. İşçi eylemlerinin nedeni de işçilerin bu girişimlerinin işverenlerce baskıyla, işçi çıkarmalarla engellenmesi. Son olarak Birleşik Metal İşçileri Sendikası çatısı altında örgütlenen Mitsuba Otomotiv işçilerinin fabrika işgali, işveren baskılarına ve işten çıkarmalara karşı kotarıldı. Direniş, işverenin sendikayı tanımasıyla ve atılan işçilerin tazminatlarının alınmasıyla sonuçlandı.

eylemler-kitlesel-dalganin-oncusu-933125-1.
Sendika Uzmanı Can Şafak

İşçilerin tahammül eşiğinin aşıldığını söyleyebilir miyiz?

Elbette bunu söyleyebiliriz. Bu aslında sadece işçiler için değil çalışan tüm kesimler için geçerli.

Grev ertelemeleri toplu sözleşme görüşmelerinde işçi sendikaları için son derece olumsuz koşullar yaratıyor. Öte yandan kimi işkollarında grevler aylarca sürebiliyor. Bu nasıl bir tecrübe yaratacak, yeni pratik deneyimler ortaya çıkacak mı?

Aslında Türkiye’de uzunca bir süredir kitlesel grevlere izin verilmiyor. Büyük toplu pazarlık birimlerinde artık mutlak gözüyle bakılan grev ertelemeleri sendikaların pazarlık gücünü daha toplu pazarlığın başında kırıyor. Çünkü aslında yapılan bir erteleme değil düpedüz yasaklama, erteleme süresinin sonunda sendika Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) başvurmak zorunda, aksi halde yetkisi düşüyor. Gerek sendika gerekse bilim çevrelerinde en fazla eleştirilen konulardan biri de yasadaki bu düzenleme. Uzun süren grevlere gelince... Genel olarak söylenmesi gereken sendikaların ve işçilerin uzun süreli grevlere hazırlıklı olmaları gerektiği tabii. Maden-İş’in 1977’de MESS’e karşı yürüttüğü ve sekiz ay süren Büyük Grev sırasında grevdeki Totomak baştemsilcisi, grev ne kadar sürerse sürsün gölgesinde oturmak için arka bahçeye ağaç diktik demişti. Ama elbette bu genel bir ifade. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken, sendikaların grevin zamanlaması konusunda antidemokratik yasa kurallarıyla kısıtlı tutulmakta olmaları. Sendikalar sürelere bağlı bir prosedür nedeniyle kendileri için en uygun buldukları zamanda greve çıkamıyorlar, grevleri zaman zaman işlerin daraldığı dönemlerde başlatmak zorunda kalıyorlar. “Örgütsüz kömür işçisi temmuzda greve gider” diye eski bir işçi şarkısı vardır, bu sınırlamalar nedeniyle pratikte bunun kimi örnekleriyle de karşılaşıyoruz. Hülasa, yasal grev hakkının kullanılabilmesinin yolu da sınırlamalarla, tuzaklarla dolu. Bunları bir ölçüde aşabilen ya da en azından etkisini zayıflatabilen kimi pratikler mücadele içinde zaten ortaya çıkıyor. Ama burada asıl çözüm yasaların demokratikleştirilmesi.

Önümüzdeki süreçte kitlesel bir işçi hareketinin doğması muhtemel mi?

Bu soruyu cevaplandırmak için fikrimce, bugün kimi işkollarında tek tek fabrikalarda patlak veren direnişleri uzun bir tarih aralığı içinde değerlendirmek, dünyanın ve Türkiye’nin çok farklı olduğu dönemlerdeki işçi/sendika eylemleriyle karşılaştırmalar yapmak gerekiyor. Bu bize önemli ipuçları verecektir.

1968-1970 döneminde metal ve lastik işkollarında örgütlenen işyeri işgalleri, güçlü biçimde öne çıkardığı sendika özgürlüğü talebiyle referandum, irade bayanı uygulamalarının hayata geçirilmesine sağlamıştı. 1970 yılında siyasi sonuçlar da yaratan kitlesel 15-16 Haziran direnişi de bu işgal ve direnişlerinin yarattığı birikimle örgütlenebilmişti. Bu noktada vurgulanması gereken, tek tek fabrikalarda birbiri ardınca gerçekleştirilen eylemlerin, asıl olarak siyasi taleplerle yola çıkan ve siyasi sonuçlar yaratabilen kitlesel eylemlerin öncüleri olmaları bakımından önemli ve değiştirici olduklarıdır. Bu yükseliş, işçi sınıfının mücadele hattını, 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) örgütlediği Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne (DGM) karşı yapılan pür siyasi bir eyleme, bir genel greve taşıdı. Sendikalar ülke gündemini belirlediler, Genel Yas eyleminin önemli siyasi sonuçları oldu. Sonrasındaki Faşizme İhtar Eylemi’ni de burada zikretmek gerekir. 12 Eylül sonrasında, tek tek fabrikalarda başlatılan grevler 1989 Bahar Eylemleri ile kitlesel bir çıkışa dönüştü. 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü de bu kısa süreli yükselişin yarattığı kitleselliğin son halkasıydı. Her iki eylem de siyasi hedef gözetmiş, siyasi iktidarı karşısına almıştı ve esas olarak ‘60’lar ve ‘70’ler boyunca yaratılan birikime dayanıyordu.

Günümüzdeki işçi eylem ve direnişlerini, böylesi kitlesel çıkışların öncüleri olarak ilan etmek kolay değil. Bugün zaman zaman ortaya çıkan işçi eylemleri birbirinden kopuk, tarihsel süreklilik açısından işçi/sendika hareketinin yükseldiği zamanlardaki eylemlerle aralarındaki bağlar da oldukça soyut. Günümüzde işçi eylemleri genellikle siyasi bir perspektiften yoksun. Çoğunlukla katıksız ya da pür ekonomik amaçlara dayanıyorlar. Öte yandan bugün işçilerin kahir ekseriyeti, yüzde 90’ı sendikasız, örgütsüz. Sendikalar ise sayıları milyonlarla ifade edilen bu büyük kitleyi kendi çatıları altına çekebilecek bir örgütlenme ufkuna sahip değil.

Elbette bu noktada kendiliğinden kitlesel eylemlere ilişkin bir ihtiyat kaydı bırakmak da gerekiyor. Böylesi eylemlerin -gerek işçi eylemleri gerekse geniş halk yığınlarının eylemleri olsun- hiç beklenmeyen zamanlarda, birdenbire patlak verdiği de oluyor. Gezi Direnişi buna en yakın örnek.

Sendikalar nasıl siyasi bir pozisyon almalı? Sendikaların mevcut politikalarını nasıl değerlendirirsiniz?

Sendikaların sınıf sendikacılığını eksenine alan ilkeli bir mücadele hattı oluşturmaları gerekiyor. Bu, söylem ve eylemlerinde sınıf çıkarlarını savunmaları, bu yönde mücadele vermeleri anlamına geliyor. Sendika özgürlüğü, öncelikle sendikanın kendi örgütlülük alanını kendisinin belirlemesi ve tüzüğünü dilediği gibi düzenleyebilmesidir. Bu iki konuda da sendikalardan ses çıkmıyor, devlete teslim olmuş durumdalar. Bugün sendikalaşmanın önündeki önemli sorunlardan biri yetki prosedürü. Her örgütlenme işverenin itirazı, işten çıkarmalar ya da sarı sendika oyunlarıyla ve yıllarca sürecek olan yargı süreciyle akamete uğratılıyor. Buna karşı ‘60’larda, ‘70’lerde yükselen “referandum” seslerini bugün işitmiyoruz pek. Sendikalardan, toplu pazarlığın her türlü prosedürden arındırılması, koşulsuz ve sınırsız grev hakkı taleplerini öne çıkarmaları, bu yönde mücadele yürütmeleri beklenir. Bunun ilk adımı da sendikaların açık seçik, sade ve kolay anlaşılır çözüm önermelerini ortaya koymaları olmalıdır. Böyle bir mücadele elbette siyasidir, siyasi hedefler taşıyan bir mücadele perspektifini gerektirir, çünkü yasaların değiştirilmesini hedefler.