Galileo’nun “dünya dönüyor” dediği için yargılandığı günden 352, Türkiye’nin ilk resim ve heykel müzesinin açıldığı günden 48, John Lennon’ın Beatles’tan ayrıldığı günden 16 yıl sonra, 1985 yılında, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Ruhi Su öldü...

Eylül acısı: Bir pasaport  alamama hikayesi...

MURAT MERİÇ

muratmeric@gmail.com


Eylül, bir yandan (Feridun Nâdir üstadımızın söylediği gibi “dünyanın en güzel kelimelerinden birisi olan”) “hazan”ın başlangıcı olduğu için şahane, diğer yandan Türkiye’nin acılar tarihinde unutulmaz izler bırakmış bir ay olduğu için yürek dağlayıcı. Hazanın hüznünden çok uzakta, “keşke yaşanmasaydı” dediğimiz onlarca olayı barındırıyor. Gelişi ve yaşaması güzel, ancak 6-7, 12, 20 gibi rakamlara denk geldiğinde fena. Bir nefret, bir darbe ve ölümler, Eylül’ü bir anda “kötü” yapıyor. Bunda Eylül’ün suçu yok elbette, o hâlâ hazanın başlangıcı, üstelik kişisel tarihimde iki önemli günü barındıran bir şahanelik. Ancak belirli günlerinde, her şeye rağmen, onu sevmek mümkün olmuyor.

20 Eylül, böyle bir tarih. 1985 yılında gazetelere yansıyan, baskılar yüzünden ilk sayfadan verilemeyen ve iç sayfalara hapsolan küçük bir haberin başlığı, “olmasın” dediğimiz şeyi bize duyuruyordu: “Halk türkülerinin ustasını yitirdik.” 21 Eylül 1985 tarihli Milliyet gazetesinden aldığımız haber şöyle devam ediyor: “Türk Halk Müziği yorumcusu büyük usta, Devlet Operası eski sanatçısı basbariton Ruhi Su, 73 yaşında dün sabaha karşı İstanbul’da öldü. Ruhi Su, bir süre önce kaldırıldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat edilmişti. Tanınmış sanatçı, gösterilen tüm ihtimama rağmen kurtarılamayarak, hayatını kaybetti.”


Devletin “engel”leri
Buradaki “gösterilen tüm ihtimam” faslı gerçek lakin yeterli olmadığı da açık. Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilmesi gerekiyordu. Bir umuttu bu ve belki de yaşatılabilirdi. O günleri, eşi Sıdıka Su’dan dinleyelim: “1977’de (bütün engeller aşılarak) alabildiği pasaportuyla yurt dışında konserler verebilmek olanağına kavuştu Ruhi Su. 12 Eylül’den sonra da çıktı yurt dışına. (…) Türkiye’ye dönüşünde pasaportunun dolan süresini uzatmak için 2 Kasım 1981’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ilgili şubesine başvurdu Ruhi Su. Ben ise 23 Nisan 1981’de başvurmuştum pasaport almak için. Bana, ilk kez pasaport verileceği için evraklarımın İçişleri Bakanlığı’na gönderildiği ve beklemem gerektiği söylenmişti. Ruhi Su’ya da ikinci bir emre kadar beklemesi. Bu bekleme nedense hiç bitmedi. Bu süre içinde Ruhi Su yurt dışından gelen konser çağrılarını ya yanıtlamadı ya da reddetti. Ama başka bir gelişme pasaport konusunu gündeme getirmekte gecikmedi: Ruhi Su hastaydı.” [(Cumhuriyet gazetesinin eki) Siyaset 85, 24 Kasım 1985]

Dönemin güçlü dergisi Nokta, 15-21 Ekim 1984 tarihli sayısında “pasaport alamayanlar”ı haberleştirdi. Ruhi Su’dan yola çıkmıştı. Bu haber konuşulmaya başlayınca, devlet yetkilileri, “başvurusu bulunmadığı için pasaport verilmedi” açıklaması yaptı. Sıdıka Su’yu dinlemeye devam edelim: “Ruhi Su’ya prostat kanseri teşhisi konmuştu. Kendisine hiçbir zaman söylenmeyecek olan bu kötü haber hızla yayıldı. Ama pasaport olayında herhangi bir gelişme yoktu. (…) Yanıt hep aynıydı: Bir süre beklemesi gerekmekteydi. (…) Yurt dışından çeşitli başvuruların yapıldığı, Kültür Bakanlığı’na dört yüzü aşkın müzisyenin imzaladığı bir mektup gönderildiği, Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için aracılık yapılmasının istendiği haberleri dolaşmaktaydı. (…) 6 Nisan 1985 tarihli Cumhuriyet’te yer alan bir haberden, (…) altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı’na baş vurduğunu öğrendi kamuoyu. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günther Grass, Siegfried Lenz, Günther Wallraff imzalı mektupta Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu Kültür Bakanlığı’ndan. Aynı sanatçılar Ruhi Su’ya da bir mektup göndermişlerdi.”

Çabalar işe yaramadı. Gazeteler olayın peşini bırakmadı, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu gibi isimler ortak tanıdıklarını araya sokarak devletin önemli kişilerinden ricacı oldu ancak hep bir engel çıktı. Son “engel”, 1985 baharında bildirildi: Sıdıka Su’nun 1981’de yaptığı başvuru “incelenmiş”, pasaport çıkartılmış ancak “alınmadığı için arşive kaldırılmış”tı. Ruhi Su’nun başvurusu ise “bulunamıyor”du. Hızla yeni bir başvuru yapıldı, 14 Haziran 1985 tarihinde, 11022 sayılı yazıyla, sanatçının “bir defaya mahsus olarak yurt dışına giriş ve çıkışına” izin verildi. Ruhi Su, Sıdıka Su’nun deyimiyle, “sağlığı yurt dışına çıkamayacak ölçüde kötüleştiği için” bu pasaportu hiçbir zaman kullanamadı.

 

Ruhi Su Türkiye İşçi Partisi (TİP) mitinginde.

 

20 Eylül: Kara gün
Galileo Galilei’nin “dünya dönüyor” dediği için yargılandığı günden 352, Türkiye’nin ilk resim ve heykel müzesinin açıldığı günden 48, John Lennon’ın Beatles’tan ayrıldığını açıkladığı günden 16 yıl sonra, 1985 yılında, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Ruhi Su öldü. Ölümünden beş yıl önce, aynı gün, bu karara imza atan “ekip”ten biri olan, emekli amirallerden Bülend Ulusu, Kenan Evren ve arkadaşlarının isteği üzerine başbakanlık koltuğunu devralmış, cunta hükümetini kurmuştu. Ruhi Su’nun ölümünden üç yıl sonra, yine aynı gün, aynı “ekip”, hiçbir şey olmamış gibi, dünya şampiyonu olan haltercimiz Naim Süleymanoğlu’nun başarısıyla kıvanç duyuyor, “Türk’ün sesini bir kere daha dünyaya duyurduğumuzu” gururla söylüyordu. Yedi yıl sonra yine büyük bir acı yaşanacak, 20 Eylül 1992’de, Kürt halkının en büyük değerlerinden Apê Musa olarak tanıdığımız Musa Anter, Diyarbakır’da öldürülecekti.

Cumhuriyet hariç gazeteler, Ruhi Su’nun ölüm haberini iç sayfalarda verdi. İlk sayfadan büyük bir fotoğrafla haberi “gören” Cumhuriyet’in ikinci sayfasında, iki küçük ilan göze çarpıyordu. Sıdıka Su – Ilgın Su imzasıyla yayınlanan, çok sadeydi: “20.09.1985 / Ruhi Su aramızdan ayrıldı.” Diğer ilan, “dostları”ndan bir çağrıydı: “Ruhi Su’yu çiçeklerle sevgilerle uğurlayacağız. O’nu 22 Eylül 1985 Pazar günü öğle namazından sonra Şişli Camii’nden alıp, Zincirlikuyu Kabristanı’na defnedeceğiz.”

 

Ruhi Su türkü söylerken.


Aynı gün, Milliyet, kimi sanatçılara Ruhi Su’yu sormuştu. Vedat Günyol, “Çok üzüldüm. Canım kadar sevdiğim bir adamdı. Çok yakın dostumdu. Türküleriyle günü açan bir dosttu” derken, onunla çalışmış, onun ileri görüşlülüğünü ve terbiyesini sahnesine taşımış olan Timur Selçuk şunları söylüyordu: “Ruhi Su’nun dünya görüşü ve sanatı, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Halk türkülerimizin çağdaş bir biçimde yorumlanması ve derlenmesi konusunda bir ömür boyu verilen emek, hepimize örnektir. Bundan böyle anısı ve eserleri, bizlerle beraber olacak. Başımız sağ olsun.” Aynı sayfada görüşleri sorulan müzik eleştirmeni Faruk Yener, Ruhi Su’nun “sanatı”na farklı bir yerden bakmayı tercih etmişti: “Türk sanat yaşamı, yarattığı özgün üslupla, inandığı doğrultuyla seçkinleşen değerli bir müzik adamını yitirdi. Operadan kaynaklanan köklü bilgisini, halkın geleneksel folkloruyla özdeşleştirmeye yönelik çabası ilgiyle karşılanmış, bu yürekli sentez, daima söz konusu edilen ilginç sonuçlar getirmiştir. Opera tarihimizdeki yeri ve bu çabaları, Ruhi Su’nun unutulmaması için yeterli sayılacaktır inancındayım.”

Cenazeye saldıran asker, kurşunlanan mezar…
Ruhi Su’nun cenazesi de olaylıydı. 12 Eylül’den sonra düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı ilk “buluşma”ydı bu ve askerin saldırmasıyla sonuçlandı. Katılanlardan 163 kişi gözaltına alındı. Orada kalmadı, mezarına da saldırdılar. Sıdıka Su, Roll’un Ekim 1997 tarihli 12. sayısında şunları söylüyor: “Ruhi’nin bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Derlemelerini hep büyük şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yaptı. Ona böyle baskı yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. Bugün yaşasaydı gene aynı eziyeti çekerdi. (…) TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. On senedir her yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun yağmuruna tutmuşlar…”
 

Ruhi Su ve Aziz Nesin.


Kimileri vardır, hakkında ne söylense az gelir, eksik kalır. Ruhi Su’nun ölümü erken bir ölümdü. Hayatının en verimli aşamasında kaybettik onu. Sadece halk müziğine değil, Batı müziğine de yeni bir boyut kazandırmış, Anadolu-pop, biraz da onun çalışmaları ve çabalarıyla doğmuştu: Tülay German’a, bu türün fitilini ateşleyen “Burçak Tarlası”nı ve diğer türküleri öğreten oydu: “(1962’de, Erdem Buri) ‘Türküleri gazino şarkıcısı gibi söylüyorsun. Olmaz böyle şey,’ diyerek elimden tuttu, beni Ruhi Su’ya götürdü. Ruhi Su’dan, haftada üç kere olmak üzere, ders alacağım. Atıf Yılmaz’ın evinde.” (Erdemli Yıllar, Bilgi Yayınevi, 1996) German, anılarında, Ruhi Su’yla aynı sahneyi paylaştığı As Kulüp’te, “Burçak Tarlası”nı söylerken başına geleni şöyle anlatıyor: “Çok istediler, ‘Burçak Tarlası’nı söylüyorum. ‘Bakın şu deyyusun kaç tarlası var’ dedim, biri ayağa kalktı. Elinde bir şey var. Şişe falan atacak zannettim sahneye. (…) ‘Bu orospunun yüzünden tarlalarımız elimizden gidecek’ diye bağırıyor (…) Meğer adam tabanca çekmiş!”

Ruhi Su ve onun izinden gidenler, bu memlekette hep baskı gördü. Baskılar sürüyor. Sıdıka Su’nun söylediklerinde bugün de değişen bir şey yok: TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. Belli programlarda göstermelik olarak deliniyor belki bu yasak ama o kadar. Yaptıklarını anlatmak bana düşmez. Bugünkü yazı tanıklıklardan oluştu, son sözü de, bambaşka bir hattan Ruhi Su müziğine bakan ve yine onun izinden ilerleyen Fikret Kızılok söylesin: “Ruhi Su sesli türkülerde Anadolu’nun beraberliğini birliğini, Muzaffer Sarısözen ekolünden çok daha iyi başaran bir kişi. (…) Bunu TRT otuz senedir yapmaya çalışıp beceremiyor. Büyük ve geniş bir ses, bas bariton bir ses; söyleyiş yalnızca bas baritonlukla kalmıyor, buna daha sonra yürek katılıyor. Karakter icabı direnen bir kişiliği var, hepsi sesinde birleşiyor.” (Yeni Gündem, 18 Ekim – 1 Kasım 1985)