Geçen hafta sizlere Georg Mayer’in “Türk Çarşısı” adlı kitabında tesadüf ettiğim Eyüplü Halit’i anlatmıştım. Hani, giyimine çok önem veren, jilet gibi ütülü gezen,...

Geçen hafta sizlere Georg Mayer’in “Türk Çarşısı” adlı kitabında tesadüf ettiğim Eyüplü Halit’i anlatmıştım. Hani, giyimine çok önem veren, jilet gibi ütülü gezen, kıravatından pırlantalı iğnesi eksik olmayan, daima gümüş saplı dandy bastonla dolaşan bir dolandırıcıydı. Hani, Mayer mağazasına genç bir hanımı çeyiz düzmeye getirmişti, sonra kadının bin lirasını alıp kaçmıştı da ardından bunun daha evvel 68 gelin adayını dolandıran Eyüplü Halit olduğu meydana çıkmıştı. Bu olaydan birkaç ay sonra yakayı ele veren Halit polis işkencehanesinde çürütülmüş ve nihayet cezaevinde ölmüştü.

Bu hazin olay (ki, o sırada 60’lı yaşlarını süren) Eyüplü Halit’in muhtemelen son macerasıydı. Zavallının korkunç akıbeti bende öfke ve merak uyandırmıştı. Bu nedenle konuyu biraz daha kurcaladım, tarihte Eyüplü Halit’in çevirdiği başka dolaplara rastladım. Hikâye tamam olsun diye şimdi sizlere bunları anlatacağım.
Kaynanığım; ihtisasını dolandırıcılar ve kabadayılar üstüne yapan, 1929 doğumlu polis Yaşar Danacıoğlu. 30 yıllık meslek hayatında Yeşilköy (sonradan Atatürk) Havalimanı Şube Müdürlüğü, Balıkesir Emniyet Müdür Yardımcılığı, Bilecik Emniyet Müdürlüğü, Mardin Emniyet Müdürlüğü, Erzincan Emniyet Müdürlüğü gibi önemli görevlerde bulunan Danacıoğlu, 1978 yılında Merkez Emniyet Müdürlüğü'ne atanınca emekliye ayrılmış.

Ancak Eyüplü Halit’in maceralarına geçmeden evvel “Dolandırıcılar Kralı” diye nam salan Sülün Osman’ı anmamak olmaz. Beriki tamamen bir Cumhuriyet yapıntısı, Eyüplü ise Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e intikal etmiş bir üçkağıtçı. Yaşar Danacıoğlu, dönemin en ünlü dolandırıcısı olarak bilinen Sülün Osman’ın ismi kadar büyük olmadığını, aslında basit bir “çimento” dolandırıcısı olduğunu söylüyor. Gerçek de bu zaten; Menderes’in Demokrat Parti iktidarında inşaat sektörünü canlandırmak amacıyla imar yasası rafa kaldırılmıştı (1948). O gün bugündür rüşvet çarkıyla döndürülen bu süreçte, büyük-büyük hırsızların yanısıra küçük-küçük hırsızlar da türemişti. Çünkü başta demir, çimento, cam olmak üzere birçok inşaat malzemesi yokluk yüzünden karaborsadan temin ediliyordu. Hatırlarsanız, bu dönemin mimarlarından Ömer Suat Menali’nin kaleme aldığı “Bir Mimarın Anıları”nı sizlerle bu köşede iki hafta üstüste paylaşmıştım, (bkn: BirGün arşiv 20-28 Ekim 2007).

Sülün Osman işte bu dönemde şöhret olmuş bir parazitti. Güya Galata Köprüsünü, İzmir Saat Kulesini satmıştı. Emekli polis Danacıoğlu, Sülün Osman palavrasını gazeteci Halit Çapın'ın yarattığını, “ona Eyüplü Halit'in marifetlerini yüklediğini veya Sülün Osman’ın, Eyüplü Halit'in marifetlerini kendi marifetiymiş gibi anlatarak Çapın'ı aldattığını” iddia ediyor.
Sezar’ın hakkı Sezar’a dedikten sonra artık Eyüplü Halit’in yeni maceralarına geçebiliriz. Bu adam Osmanlı'dan devrolmuş bir dolandırıcıydı dedik. Nasıl Sülün Osman suni inşaat sektörü patlamasından sebeplendiyse, anlaşılan Eyüplü Halit de azınlık düşmanlığının ayyuka çıktığı günlerde türemiş, Tehcir-Mübadele koşullarında semirmiş ve bu nedenle de muhtemelen arkalanmış biri.

O aslen Girit kökenli bir göçmen. Çok güzel Rumca konuşur. Türkçe okuma yazması yok ama Fransızcası fevkalade. Bilinen en eski üçkağıdı ise çok cüretkâr: İstanbul işgalinin sona ermek üzere olduğu günlerde, Türk ordusunun şehre girmesine üç-beş gün kala Eyüplü Halit, arkadaşı Arap Abdullah ile Rumların yoğun olarak yaşadığı bir semtte, metruk bir bina ayarlayıp “karakol” kuruyor.
Kentte o zaman tam bir otorite boşluğu olduğu için kimse de bunu garipsemiyor. Kendisi “komiser”, arkadaşı da “bekçi” oluyor. Sonra mahallenin zengin bilinenlerine musallat oluyorlar. Önceden belirlenmiş kurbanlar karakola çağrılıyor. Numaraları çok basit ve bildik: Arap Abdullah “iyi polis”, Eyüplü ise “kötü polis” rolünde makasa aldıkları biçareleri korkutarak soyuyorlar. "Masum insanları ihbar edersin ha! Göstericem gününü!" Arka odayı da nezarethane dekorunda düzenlemişler. Adamları buraya attırıp arkadaşını yanlarına gönderiyor. Diyor ki orada Abdullah: "Aslında komiser göründüğü gibi biri değildir, hani şöyle birkaç kuruş sıkıştırsanız hiddeti geçer..." İki çakal böylelikle Türk ordusu şehre girinceye kadar faaliyette olan bu karakolda çok can yakıyor.

Haliyle Eyüplü Halit sık sık cezaevine düşüyor. Yine böyle hapse girmiş, tahliyesine bir gün kala koğuşa yeni bir mahkûm giriyor. Halit bunu kömürlüğe götürüp, "Bak kardeşim, bu koğuşun sobası bana ait. Ama ben yarın çıkıyorum. Sobanın yanmasından ben sorumluyum ve her gün diğer mahkumlardan beşer kuruş alarak yolumu bulurum. Seni sevdim, 15 lira verirsen bu sobayı sana satarım" diyor. Zavallıdan 15 lirayı kapan Eyüplü ertesi gün cezaevinde ayrılıyor.
Gelelim onu nihayet “Dolandırıcıların Feriştahı” yapan hikâyeye; meğer 1935’te yine hapisken bir mektupla Mussolini'yi dolandırmış. Hapishanede kasa hırsızı bir İtalyanla tanışıyor. Onu kafaya alıp Mussolini’ye bir mektup yazıyor: "Sayın Duçe" diyor, "ben sizi çok seven, fikirlerinizi çok takdir eden bir Türküm. Antalya’nın sizin hakkınız olduğunu savunduğum için hapis yatıyorum. Yardımınıza muhtacım..." Mektup postalandıktan bir ay sonra İtalyan Başkonsolosu İstanbul Valisine müracaat ederek, Eyüplü Halit’i ziyaret etmek için izin istiyor. Kendisine “bu kişi dolandırıcıdır” deseler de dinletemiyorlar. Konsolos Duçe’nin emri gereği getirdiği yüklüce bir parayı cezaevine giderek elleriyle Eyüplü Halit’e teslim ediyor.