Eyvah, devlet ateşimizi ölçüyor, test kitleri için aldığı numuneler üzerinden bilgilerimizi depoluyor, kiminle sosyal temasımız olduğunu sorguluyor ve onların peşine düşüyor. Piyasa bize otoritelerden korkmamızı salık veriyor. Ezberi tekrarlayacak; entelektüel kapasitemizi bir kez daha bu korku senaryoları içine sıkıştıracak mıyız, sorumuz bu

Eyvah devlet ateş ölçüyor

CANGÜL ÖRNEK

Covid-19 virüsünün İtalya’ya ulaştığı ilk günlerde ünlü İtalyan düşünür Giorgio Agamben, hükümet yetkililerinin ilk açıklamalarından yola çıkarak, alınan tedbirlerin orantısızlığını siyasi otoritenin “istisna hali” yaratma eğilimine bağlayan bir yazı kaleme aldı. Agamben’e göre hükümetler, aldıkları orantısız tedbirlerle bizzat yarattıkları güvenlik arzusunu tatmin etmek üzere duruma müdahale ediyorlardı. Bu yazıdan sadece birkaç gün sonra İtalya’dan sağlık sisteminin virüsün yayılma hızı karşısında çaresiz kalmanın eşiğine geldiği ve ölü sayısının ne yazık ki sıçramalı olarak arttığı haberleri geldi. Agamben’in paniğin kasti olarak, kontrol politikalarını meşrulaştırmak üzere yaratıldığı tezi de böylece tarihin çöplüğüne en hızlı giden analizlerden biri oldu. Çünkü İtalya’da devletin müdahalesi değil, müdahalesizliği ya da geç ve yetersiz müdahalesi (WHO’nun uyarılarına rağmen gerekli planlama ve örgütlenme hazırlıklarını yapmamış olması, karantina uygulamakta gecikmesi, vb.) İtalyan hekimlerini kimi yaşatıp kimi ölüme terk edecekleri ikilemiyle karşı karşıya bırakmıştı.

Yaşayıp gördüğümüz gibi, İtalya’dan önce Çin’i vuran Covid-19 salgınının yayılma hızı ve öldürücülük oranı konusunda kamuoyuna yansıyan bilgiler, dahası WHO’nun ilk elden yaptığı bilgilendirme ve uyarılar, kamu otoritelerinin sert seyahat kısıtlamaları ve karantina uygulamalarını da içeren tedbirleri bir an önce devreye sokması gerektiğini gösteriyordu. Ancak çok muhtemelen Agamben de dahil olmak üzere Avrupa liberal ve sol liberal entelijensiyasının önemli bir bölümü, Çin’de yaşananları, istisna halinin zaten olağan yönetim pratiği haline geldiği “totaliter” bir iktidarın eylemleri olarak yorumluyorlardı. Böylece, virüs Avrupa’ya sıçradığında düşünce dünyasına ve akademik üretimi belirleyen bu “radikal” entelijensiyanın ilk refleksi, sert tedbirlerin alınmamasını değil, tedbirlerin gündeme gelmesini sorgulamak oldu.

Bu nedenle, Agamben’in sadece birkaç gün geçince en acı şekilde yanlışlanan bir iddiayla ortaya çıkmasını kalem oynatmakta erken davranmasına değil, temel bir yaklaşım sorununa bağlamak gerekiyor. Bu sorun yerinde durduğu için de, benzer bir yaklaşımın ürünü olan yorumları okumaya ve izlemeye devam ediyoruz. Nitekim, pandemik salgının hızla can aldığı Mart ayı ortasına geldiğimizde bize CNN’den seslenen, çoğumuzun Sapiens bestseller’ıyla tanıdığımız tarihçi Yuval Noah Harari, bizi bir kez daha virüsten değil, virüs sayesinde güçlenebilecek totaliter rejimlerden korkmamız gerektiği konusunda uyarıyordu.

YAŞAMA VE ÖLÜME KARAR VEREN EGEMEN KİM?

Tarihçilerin ve tarih okuyucularının iyi bildiği gibi büyük çaplı salgınlar ve doğa felaketleri, toplumsal yapıyı kökünden sarsan politik, iktisadi ve sosyal olaylardır. Bu olaylar karşısında siyasi otoritelerin aldığı kararlar, ilan ettiği tedbirler, yürürlüğe koyduğu yeniden yapılanma politikaları toplumsal yapıyı, sınıfsal dengeleri değiştirebildiği gibi, devlet-toplum ilişkisini de yeni bir bağlamda kurabilir. Bu yeni bağlam, birçok tarihsel örnekte görüldüğü gibi, eskisine kıyasla daha otoriter olabilir. Ancak bu yeni bağlamın tek ve temel belirleyicisinin, siyasi otoritenin egemen olma arzusu olduğunu ileri sürmek için tarihin bize sunduğu verileri epey seçici bir şekilde yorumlamak gerekir.

Şu anda başa çıkmaya çalıştığımız Covid-19 pandemik salgınının dünyamızı nasıl değiştireceğini bilmiyoruz, ancak tarihin dersleri ışığında ve kapitalizmin işleyiş dinamiklerine bakarak fikir yürütebiliyoruz. Bugün dünya çapında kapitalist büyümeye ağır darbe vuracağı öngörülen pandemik salgına, zaten bir süredir devam eden bir krizin ortasında yakalanan küresel kapitalizm daha derin bir krize sürüklendiğinde, devletlerin ne tür yeni adımlar atacağını belirleyecek olan öncelikli olarak sermayenin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların uluslararası alandaki çatışması olacak. Üstelik, şimdilik, devletleri başka türlü hareket etmeye zorlayabilecek toplumsal basıncı akıl yürütmemize dahil etmedik. Devam edersek, geçmişte olduğu gibi bugün de içe kapanmacı/korumacı politikalar gündeme gelecekse ve devlet müdahalesinin alanı genişleyecekse bile, bu yöndeki bir değişimi zorlayacak olan tek başına devletlerin sosyal kontrolü artırma takıntıları olmayacak. Öyle olsa bile, Agamben türü istisna hali analizleri, devlet iktidarının rasyonel ve kararlı biçimde kendi gücünü artırmayı amaç edinerek hareket edeceğini varsayıyor ki, pandemi yönetiminden de görüyoruz ki, aslında devletler çoğunlukla kötü örgütlenmiş bir şekilde ve sandığımızdan daha irrasyonel biçimde hareket edebiliyorlar. Epidemik ya da pandemik kriz anları gibi milyonlarca insanın yaşamının tehlike altına girdiği pek çok durumda, aslında gördüğümüz tablo kötü örgütlenmiş bir siyasi otoritenin beslenme, hijyen ve en önemlisi sağlık hizmetlerini yeterli ve sistemli düzeyde sağlayamaması oluyor.

Agamben’in esin kaynaklarından biri olan Michel Foucault, ünlü “biyopolitika” kavramını geliştirdiği ilk çalışmalarında egemeni “yaşama ve ölüme karar verme ayrıcalığına sahip olan” olarak tanımlıyordu. Foucault daha sonraki çalışmalarında biyopolitika kavramını doğrudan siyasi otoritenin etkisi üzerinden tanımlamaktan uzaklaşsa da, Agamben kavramı bu ilk tanıma daha yakın bir içerikle ele almayı sürdürdü. Aslında insan biyolojisinin özellikle modern dönemde her durumda doğrudan doğa tarafından belirlenmekten çıkarak sosyal ve siyasi bir mesele haline gelmesi, siyasi otoritenin “yaşama ve ölüme karar verme” hakkını, bir ayrıcalık olarak tekeline aldığı anlamına hiç gelmedi. Tarih bize, bu tür olağanüstü durumlarda -ve aslında çoğunlukla olağan dönemlerde de- yoksulluk ve varsıllığın, sermayenin kar hırsı ile insanların ihtiyaçları arasındaki çelişkinin de en az egemen kadar yaşam ve ölüm konusunda karar verici olduğunu gösterdi. Bu saydığımız faillerin, yani tarih boyunca sayısız kez ve bazı durumlarda büyük kitlelerin, ölümüne ve yaşayıp yaşamayacağına ya da nasıl yaşanacağına etki eden ya da karar verenlerin, yasal-kurumsal bir biçimde karşımıza çıkmaması onları faillikten azletmemiz için yeterli neden olamaz. Halbuki, biyopolitika gibi kavramların kavramsallaştırmaktan oldukça uzak durduğu bu geniş serbest alanda, yani piyasada, ömürlerin nerede başlayıp biteceği, başlayan ömrün nasıl yaşanacağı, belirlenmeye devam ediyor.

Dolayısıyla, gayet iyi biliyoruz ki, egemenlik “şiddet kullanma tekeli” ya da “bir ayrıcalık olarak yaşama ve ölüme karar verme gücüyse” bu egemenlik hiçbir zaman yasal-kurumsal otorite tarafından tek başına ve sadece kendi arzularının tatmini için kullanılmadı. Bir örnek verelim: İrlanda’da 1845’ten itibaren patates bitkisini etkileyerek çürüten zararlı bir mantarın yol açtığı bir epidemi etkili oldu. Ancak epideminin yol açtığı patates kıtlığı, İngiliz ticaret burjuvazisinin İrlandalılara ait tahılı ihraç etmeyi sürdürmesiyle büyük bir felakete dönüştü. Tahıllarla dolu İngiliz gemileri tahıla el koyan toprak sahiplerinin ve tüccarların kasalarını doldurmak üzere yola her çıktığında, İrlanda’nın yoksul sınıfları açlıktan ölüme terkedilmiş oluyordu. Piyasa, 1 milyon İrlandalının mutlak açlıktan ölmesine hükmettiği sırada, büyük muktedir İngiliz tahtı olanı biteni, arada İrlandalılara birkaç penilik sadaka atmayı ihmal etmeksizin, soğukkanlılıkla ve büyük bir kayıtsızlıkla izlemekteydi. Emri altında tuttuğu İrlanda kamu görevlilerinin maaşlarını dahi yükseltmeye yanaşamayarak piyasanın “yaşama ve ölüme karar verme” iktidarını kayıtsızca onaylıyordu.

PANDEMİ GÜNLERİNDE ENTELEKTÜEL FOBİ: ATEŞ ÖLÇEN DEVLET

Covid-19 pandemisi bunlardan ne kadar farklı? Harari’nin CNN röportajında belirttiği gibi tıp teknolojisi açısından 14. yüzyıldaki veba salgınının Avrupa nüfusunu kırıp geçirdiği dönemden çok daha iyi durumdayız. Virüsün gen haritasını birkaç haftada çözdük. Tanı kiti gibi pandeminin önünü almakta hayati öneme sahip bir ürüne neredeyse virüsün yayılmaya başladığı ilk günlerden itibaren sahibiz. Yine ilk günlerden itibaren bizleri bilgilendirmek konusunda iyi iş çıkaran WHO’nun web sitesinde virüsten korunmak için hangi basit önlemleri alabileceğimizi öğrenebildik: Sosyal mesafeyi artıracağız, elimizi sabun ve suyla yıkayacağız.

Ancak bazı sorunlar var: Mesela, lavaboya sahip değiliz. 2020 yılında dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan 3 milyar insanın bu en temel hijyen olanağından yoksun olduğunu da bu salgının orta yerinde UNICEF’in verilerini paylaşan bir haberle öğrendik. Mesela, pandemik salgın günlerinde işe gitmek için bindiğimiz metrolarda, otobüslerde 1 metre kuralını uygulayamıyoruz. Mesela, yiyecek stoklayan orta sınıfların paralarına ve kredi kartlarını günde yüzlerce kez dokunmak zorunda olan on binlerce kasiyerin, orta sınıfların hayatta kalma stratejilerinin basit aracısı olmak dışında bir seçenekleri olmadığını görüyoruz. Kısıtlı bir coğrafyayla sınırlı olsa bile zorunlu karantina uygulamaları devreye girdiğinde hayatını maddi olarak idame ettiremeyecek noktaya gelecek milyonlarca insanın varlığından haberdarız. Avrupa’nın çeperinde kurulan kamplarda ve kamp dışında, bağışıklık sistemi eksik beslenmeden ve yorgunluktan çökmüş mültecilerin yığılmış olduğunu biliyoruz. Üstelik, hayatımızı, kamu otoritesinin kısmen de olsa sosyal bir anlayışla sağlayacağı sağlık hizmeti yerine piyasanın kurallarının işlemesine emanet ettiğimiz takdirde ölüm-kalım anlarında kimin yoğun bakım ünitelerine erişebileceğini, kimin solunum cihazlarıyla hayata tutunma hakkını eline alacağını da tahmin edebiliyoruz. Ama bütün bunlar, “totalitarizmin” yayılması, “istisna halinin olağanlaşması” karşısında hissetmeye davet edildiğimiz entelektüel dehşet karşısında fazla kaba materyalist kalıyor. Eyvah, devlet ateşimizi ölçüyor, test kitleri için aldığı numuneler üzerinden bilgilerimizi depoluyor, kiminle sosyal temasımız olduğunu sorguluyor ve onların peşine düşüyor. “Totaliter canavar” olağanüstü halden yararlanarak bir kez daha büyüyor, gözetim aygıtlarını üstümüze dikiyor, dikkat!

Birkaç on yıldır entelektüel ve akademik üretime damgasını vuran egemen paradigma, bir kez daha kamu otoritesinin büyümesini konu alan korku senaryoları yazarken, pandeminin yol açacağı krizden bizim hayatlarımıza basarak yükselmeye çalışacak başka bir otoriteyi perdenin gerisinde gizlemeyi ısrarla sürdürüyor. Bu, piyasanın, parayı basmadığımız sürece yaşamınıza ya da iyi yaşamanıza izin vermeyecek otoritesinden başkası değil. Ama piyasa bize en çok totaliterlerden ya da otoritelerden korkmamızı salık veriyor. Üstelik birçok yerde sırtımıza basmak için onlarla el ele vereceğini gizleyerek… Ezberi tekrarlayacak; entelektüel kapasitemizi bir kez daha bu korku senaryoları içine sıkıştıracak mıyız, sorumuz bu.