Fantastik kurmaca evrenimin vazgeçilmezi
Kerem Işık ters köşelerle dolu, mizah içeren öyküleriyle dikkat çekiyor. Gündelik olanın içine yerleşmiş klişelere ironiyle yaklaşırken fantastik ögeleri de eksik etmeyen Işık, yaşadığımız dönemin, dünyanın ve coğrafyanın koşullarından kaçmamız mümkün değil” diyor.
İlke KAMAR
Kerem Işık’ın ince ve keskin ayrıntılarla ruh hallerini yansıttığı öykü kişileriyle biçimlenen çok boyutlu kitaplarına bir yenisi daha ekledi. Geçen günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Sınır’ ve yazarın yazın anlayışıyla ilgili konuştuk.
Öykülerinizde bireyin ve toplumun sorunlarını irdeleyen, ironi ve mizahla kurulu bir anlatımla karşılaşıyoruz.
Yazmak aynı zamanda kişisel bir keşif süreci. Önem verdiğimiz fakat baskıladığımız düşüncelerle yüzleştiğimiz ya da farklı bireyler olarak kişiliğimizi şekillendiren mesele ve olaylarla - farkında olarak yahut olmayarak - hesaplaştığımız bir oyun alanı. Ben edebiyatı -bir okur olarak da bir yazar olarak da- zihnimde hep bu şekilde inşa etmeye çalıştım, çalışıyorum. Mizah ve ironi de bu oyunun bir parçasıydı. Planlı programlı bir çalışma düzeniyle ‘evet, şimdi de ironi ve mizaha yaslanan öyküler yazayım,’ gibi bir durum asla olmadı. Sanıyorum, öykülerin ve o öyküleri yazarken içinde bulunduğum ruh halinin gerektirdiği bir durumdu böyle bir anlatım tarzına yönelmek. Sonuçta her öykünün talep ettiği farklı anlatım biçimleri vardır, olacaktır. Bir öyküyü yazarken sürekli tıkanıp kalıyorsak, metni bir türlü ilerletemiyorsak belki de o öykünün talep ettiği anlatım biçimini henüz keşfedememişiz demektir. Farklı anlatım biçimleri, farklı anlatıcılar, farklı üsluplar deneyerek aynı öyküyü yeniden, yeniden ve yeniden anlatmayı denememiz gerekir. Ezcümle, anlatım biçimini biraz da metnin kendisi dayatır.
Yaşam öykünüzle kurgu kişilerinin paralellik gösterdiği söylenilebilir mi? Öykülerinizde yer verdiğiniz nesnelerin sizin için önemi nedir?
Yazma sürecini gündelik hayatımızdan ayrı düşünmek mümkün değil. Geçmişimiz, gündelik yaşantımız, gördüğümüz rüyalar ya da farkında dahi olmadan bizi etkilemiş olaylar/kişiler bir şekilde etkili olabiliyor. Bunun benim için çoğu zaman bilinçli bir çaba olmadığını söyleyebilirim. Nesneler için durum biraz daha farklı. Çoğu zaman bilinçli bir karar neticesinde dâhil oluyorlar metinlere. ‘Sınır’daki kırmızı hırka buna verebileceğim güzel örneklerden biri. Çocukluğumda benim için önem taşıyan bir nesneydi o hırka ve bir şekilde yer buldu. Öykü fikirleri meselesiyse başlı başına bir öykü fikri olabilir zira her öykünün farklı bir ‘çatılma’ hikâyesi var diyebilirim. Kimi zaman ilk cümleyle çıkageliyor öyküler, kimi zaman bir görüntü ya da imgeyle. Semboller üzerinden ilerleyerek yazmayı seviyorum. İnsanlık durumunun evrenselliğini etkili bir şekilde temsil edebildiğini düşündüğüm birtakım semboller üzerinden de filizlendiği oluyor öykülerin.
Çelişkilerin ya da sorunlarının zihnen bile olsa karakterlerde etkisini görmek mümkün. ‘Dünyanın Güçlü Tarafı’ romanınızda da öykü kitaplarınızdaki gibi toplumunun ve bireyin sorunlarını, gündelik olayları dâhil ediyorsunuz.
Yaşadığımız dönemin ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın temel sorunlarıyla yüzleşmeden yaşamak mümkün değil. Ekonomik krizler, savaşlar, milliyetçilik, insanlar arasında giderek artan tahammülsüzlük gibi daha pek çok sorundan bahsedebiliriz. Gündelik hayatlarımızın koşuşturmalı akışında tüm bunlar zaman zaman sanki arka planda kalıyormuş gibi görünse de aslında hemen hepsi zihinlerimize, bilincimize, bedenlerimize ve dolayısıyla da yazarken kâğıt üzerinde inşa etmeye çalıştığımız kurmaca evrenlere işliyor.
‘Toplum Böceği’nde ise, dayatılan kurallara karşı çocukluğa sığınarak karşı koyan kişiler karşımıza çıkıyor. Çocukluk öykülerinizi nasıl etkiledi?
Çocukluk benim için tükenmesi neredeyse imkânsız gibi görünen bir kaynak. Yazı evrenimi besleyen can suyu. Hem kendi çocukluğum hem de genel bir kavram olarak çocukluk benim için büyük önem taşıyor ve çok farklı biçimlerde yazdığım metinlere dâhil olabiliyor. Bu bazen çocukluk anılarımdan yola çıkan bir öykü fikri olabilirken bazen -tıpkı ‘Sınır’da olduğu gibi- savaş ve yıkımların çocuklar üzerindeki etkisine dair daha genel bir düşünceden yola çıkan bir öyküler toplamı olabiliyor. Edip Cansever’in “Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” dizeleri zihnimde dönüp durur, çünkü bir düşünceyi ya da anıyı yeterince eşeleyip derinlerine indiğimizde ucundan kıyısından çocukluğumuzun bir köşesine dokunuruz mutlaka.
Yabancılaşmanın yarattığı olumsuzluğa karşı insan kimliğinden hayvan kimliğine geçiş ya da hayvan dünyasına yapılan gezintileri de içeriyor öykü kişileriniz. Bunu ‘Sınır’da da görmek mümkün.
Sanırım bu noktada bir kez daha sembollere ve evrensel sembollerin benim için önemine değineceğim. Yazarken ya da zihnimde bir öyküyü kurgulama aşamasındayken karakterler de mekân da silik birer gölgeden ibarettir benim için. O noktada beni asıl alakadar eden söz konusu öykünün meselesini en iyi şekilde açığa çıkaracak zihinsel kıvılcımları toplayıp bir araya getirebilmektir. Öykünün akışı içerisinde neyin öne çıkacağı yazdıkça belirir zihnimde ve metin ona göre şekillenir. Örneğin ‘Sınır’daki hayalî kasaba Ergöne’nin kitabın başında neredeyse bir karakter gibi yoktan var olması bilinçli olarak yaptığım bir şey değil. Ergöne’ye dair anlatmak istediğim hususlar (kuruluşu, ayrıksılığı vs) bana fark ettirmeden kendilerini dayattılar. Benzer bir durum öykü karakterleri için de geçerli. Karakterler insan kimliğinden hayvan kimliğine geçebilir ya da hatta örneğin ‘İnsanlık Hali’ öyküsünde olduğu gibi insan dediğimiz varlık sözcüklerden örülü bir bedene dönüşebilir. Kurmacanın akışkan ve esnek yapısının sağladığı olanakları kullanmaktan keyif alıyorum.
Fantastik ögelere de sıklıkla yer veriyorsunuz. Örneğin ‘Iskalı Karnaval’daki ‘Kalbi Büyüyen Adam’da ya da ‘Sınır’da ‘Balina ve Kızıl Bulut’ öykünüzde bunu görmek mümkün.
Fantastik öğeler oluşturmaya çalıştığım kurmaca evrenin en önemli ve vazgeçilmez yapı taşlarından biri. Hatta öyle ki, dönüp yazdığım tüm öykülere göz gezdirdiğimde hemen hepsinde gerçekliğin öyle ya da böyle eğilip büküldüğünü ve fantastik olarak nitelendirebileceğimiz öğelerin illaki metnin bir yerine sızdığını görüyorum. Bunu daha önce de birkaç kez belirttim: Benim edebî köklerim fantastik ve bilimkurgu metinlere dayanıyor. Okumayı öğrenir öğrenmez önümde açılan sonsuz olasılıklar denizini fark etmemi, farklı farklı hayalî mekânlarda geçen ve genellikle ilk sayfalarında harita olan kitaplara borçluyum diyebilirim. Sonrasında da masaüstü FRP oyunları, masallar, efsaneler ve fantastik metinler her daim en önemli eşlikçilerim oldu. Dolayısıyla fantastik öğelerin yazı evrenimin de başat bir parçası olmasını bu sürecin doğal bir yansıması olarak okuyorum.
‘Sınır’ iki bölümden oluşuyor ve ilk bölüm okuyucuyu hayali bir mekâna taşıyor gibi. ‘Sınırın Gerisinde’ isimli ikinci bölümde yer alan öykülerde ise günümüze geliyoruz. Bu zaman bölünmesi ile ayrılan her iki bölümde de bireyin ve toplumun yaşadığı meseleler, açmazlar ve çatışmalar güncel. Sanki hayallerimizde bile bugünün iç karartıcı koşulları peşimizi bırakmıyor gibi...
‘Sınırın Gerisinde’ adlı ikinci bölümde de zamansız diye nitelendirebileceğimiz öyküler mevcut, dolayısıyla günümüze gelip gelmediğimizi tartışabiliriz fakat kitabın birinci bölümüne kıyasla günümüze biraz daha yaklaştığımız doğru elbette. Kitabın adından başlayarak zihnimizi kurcalaması gereken sınır meselesinin kitabın fiziksel yapısında da yansımasını bulmasını istedim. Dolayısıyla hayalî kasaba Ergöne’den sonra keskin bir sınırı aşıp bize daha tanıdık gelebileceğini düşündüğüm mekânlarda geçen öyküleri ikinci bölümde topladım. Fakat bunu yaparken tematik bir bütünlüğü de gözetmeye gayret ettim. Her iki bölümde de aslında bireyin ve toplumun yaşadığı meseleler ve açmazlara değinildiğini görebilirsiniz. Örneğin birinci bölümdeki hayalî Ergöne kasabasında din-rasyonalite, baba-oğul, gelenek-modernite çatışması gibi içinde yaşadığımız toplumu da alakadar eden pek çok meseleye değiniliyor. Daha önce de belirttiğim gibi, içinde yaşadığımız dönemin, dünyanın ve coğrafyanın koşullarından kaçmamız mümkün değil.