Faşizmin yükselişi niçin yine gündemde?

JOHN PILGER

Geçen günlerde Auschwitz Kampı’ndakilerin kurtarılmasının 70. yıldönümüyle birlikte, bilinçlerimize Nazi simgeleriyle yer etmiş faşizmin büyük suçlarını hatırlamış olduk. Faşizm kara gömleklilerin kaz adımlarıyla titreterek yürüdüğü yolda işlediği korkunç ve aşikâr suçlarıyla tarihin kayıtlarına geçti. Ancak hem faşizmi asla unutmamamız gerektiği uyarısında bulunan hem savaşları yaratan seçkinlerin yer aldığı benzer liberal toplumlarda, faşizmin modern türünün hızla artan tehlikesi göz ardı ettiriliyor. Çünkü bu artık kendi faşizmleri!

1946’da Nuremberg Mahkemesi yargıçları şöyle diyordu: “Saldırgan bir savaşı başlatmak sadece uluslararası bir suç değildir, biriktirilmiş kötülüklerin tamamını içermesinden ötürü kendisini başka savaş suçlarından farklı kılan üst düzeyde bir uluslararası suçtur.”

Naziler Avrupa’yı işgal etmeseydi, Auschwitz ve Holocaust  [Yahudi Soykırımı] meydana gelmeyecekti. ABD ve uydu devletleri 2004’te Irak’ta kendi saldırgan savaşlarını başlatmasaydı, bugün yaklaşık bir milyon insan hayatta olacaktı; IŞİD de tüm vahşetiyle bizleri esir alamayacaktı. İşte onlar da bombalarla, kan banyolarıyla ve sürreal sahnelerindeki “haberler” diye sunulan yalanlarıyla beslenen modern faşizmin çocuklarıdır.

Tıpkı 1930’ların ve 1940’ların faşizminde olduğu gibi her yerde hazır ve nazır papağan medyaları ve yaygın sansürleri sayesinde sistematik olarak büyük yalanlar söyleniyor.

CLINTON, KADDAFİ'NİN ÖLDÜRÜLÜŞÜNÜ ALKIŞLAMIŞTI
Mesela Libya’daki felakete bakalım. 2011’de NATO, Libya’ya karşı 9 bin 700 hava saldırısı gerçekleştirdi ve bunların üçte birinden fazlası sivil hedeflere yönelikti. Daha sonra Kızılhaç toplu mezarlar buldu ve UNICEF öldürülen çocuklarının çoğunun on yaşın altında olduğunu bildirdi.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Libya Başkanı Kaddafi’nin gözler önünde “asi” bir süngü ile hunharca öldürülmesini alkışlamıştı. O dönemde İngiltere’nin SAS’ı tarafından gizlice desteklenen ve eğitilen “asiler”in pek çoğu daha sonra IŞİD olacaktı.

Obama, David Cameron ve o dönemdeki Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gözünde Kaddafi’nin asıl suçu ise Libya’nın ekonomik bağımsızlığı ve Afrika’nın en büyük petrol kaynaklarını ABD dolarıyla satmaktan vazgeçtiğini ilan etmiş olmasıydı. Oysa petrodolar ABD’nin emperyal gücünün önemli bir dayanağıdır. Zaten saldırının hemen ardından Libya merkez bankasındaki 30 milyar dolara el konuldu. “İnsani amaçlı savaş” kisvesi altında benzer uygulamalar 1999 yılında Yugoslavya’da da gündeme gelmişti.

1945’ten beri Birleşmiş Milletler üyelerinin üçte birinden fazlası –69 ülke– şu ya da bu şekilde ABD’nin modern faşizminin eline düşmüş haldedir. İşgal edilmişler, hükümetleri alaşağı edilmiş, halk hareketleri bastırılmış, yapılan seçimlere hile katılmış, insanları bombalanmış ve ekonomileri korumasız kalmış,  toplumları “yaptırım” diye bilinen felç edici kuşatmalara maruz bırakılmıştır. Ve her durumda, büyük bir yalan söylenmiştir.

Bu yalanlardan birisi Afganistan hakkında söylenendir. Afganistan trajedisi Hindiçini’nde yıllar öncesinden gelen bir politikanın devamıdır. ABD dış politikalarının babası sayılan Zbigniew Brzezinski, Amerika’nın ancak Avrasya’yı kontrol altına aldığında dünyaya da hükmedebileceğini, halkın söz sahibi olacağı bir demokrasiden yana olamayacağını, çünkü “amacının halkın istekleriyle hareket etmek olmadığını” yazmıştı. Ona göre “Demokrasi emperyal bir seferberliğin düşmanıdır.” Brzezinski haklıdır. WikiLeaks belgelerinin ve Edward Snowden’ın ortaya koyduğu üzere, demokrasi vesayet ve polis devleti sayesinde istismar edilmektedir.

'ABD'DEN ÖNCE' AFGANİSTAN
1960’larda dünyanın en yoksul ülkesi olan Afganistan’da bir halk devrimi başlamış, sonuçta 1978 yılında aristokratik rejimin kalıntılarını alaşağı etmişti. O yıllarda Halkın Demokratik Partisi’nin kurduğu hükümet reform programını açıkladı. Buna göre feodalizm tasfiye ediliyor, bütün dinlere özgürlük tanınıyor, kadınlar eşit haklara sahip oluyor ve etnik azınlıklar için sosyal adalet sağlanıyordu.

Özellikle kadınların kazanımları görülmedik boyutlardaydı. 1980 sonlarında Afganistan’daki üniversite öğrencilerinin yarısı kadınlardı ve doktorların yine yarısını, memurların üçte birini ve öğretmenlerin çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktaydı.

Halkın Demokratik Partisi hükümeti Sovyetler Birliği desteğine sahipti. Ancak ABD’lilerin de sonradan kabul ettiği üzere devrimde bir Sovyet müdahalesi söz konusu olmamıştı. Dünya çapında kurtuluş hareketlerinin kazandığı mevzilerden tedirgin bir haldeyken Brzezinksi de Afganistan hükümeti başarılı olduğu takdirde onun getirdiği bağımsızlık ve ilerleme anlayışının “vaat edici örnek bir tehdit” yaratacağını söylemekteydi.

Beyaz Saray 3 Temmuz 1979 tarihinde mücahitler olarak bilinen “köktendinci” aşiret güçlerine destek konusunda gizli bir karar aldı. ABD bunlara yıllık 500 milyon dolardan fazla silah ve başka yardımlarda bulunacaktı. Mücahitler, el-Kaide ve IŞİD’in ataları sayılırlar. Mücahitlerin başında CIA’dan on milyonlarca dolar nakit alan Gülbeddin Hikmetyar bulunmaktaydı. Hikmetyar uyuşturucu trafiğini yöneten ve tesettürü reddeden kadınlara kezzap attıran birisiydi. Londra’ya davet edilmiş ve Başbakan Thatcher tarafından “özgürlük savaşçısı” olarak alkışlanmıştı.

Brzezinski Orta Asya’da İslami köktendinciliği geliştirecek uluslararası bir hareket başlatmasaydı bu tür fanatikler kendi aşiret dünyalarında kalabilirdi, ancak ABD laik politik kurtuluş hareketlerinin altını oymak ve Sovyetler Birliği’ni “istikrarsızlaştırmak” için,  Brzezinski’nin  sözleriyle “birkaç kışkırtılmış Müslüman” yaratmayı amaçlamıştı. Böylece CIA, Pakistan diktatörü General Ziya ül Hak’ı da kullanarak Afganistan cihadına dünyanın her tarafından insan toplamaya girişti. Suudi milyarderi Usame bin Ladin bunlardan birisiydi. Virginia’daki CIA kampında Taliban ve el-Kaide’ye katılacak eylemciler eğitildi. Sonuçta 1996 yılında Taliban Afgan yönetimini ele geçirdi.

Ancak 11 Eylül 2001’de ABD’nin bu silahı tersine döndü ve “kışkırtılmış birkaç Müslüman” bu kez ABD’yi vurdu.  Böylece ABD’nin “teröre karşı savaş” dediği süreçte Müslüman dünyasında milyonlarca insan, kadın ve çocuk hayatını kaybetti.  Katilin mesajı “ya bizimlesin ya da bize karşısın” şeklindeydi ve hâlâ da öyle.

FAŞİZMİN ORTAK TEHDİDİ: KİTLESEL KATLİAM
Geçmişte ve günümüzde faşizmin ortak tehdidi kitlesel katliam yapmaktır. Örneğin Vietnam’ı işgali sırasında ABD “atış serbest bölgeleri”, “sivil kayıplar”, “ceset sayıları” gibi kendi terminolojisini yaratmıştı. Bugün ABD tarafından sürdürülen dünyanın en büyük terör seferberliği, ailelerin tamamının öldürülmesini, düğünlerdeki misafirlerin, cenazelerde yas tutanların katledilmesini gerektiriyor. Obama’nın kurbanları işte bunlar. New York Times’ın yazdığına göre Obama Beyaz Saray’da her salı günü kendisine CIA tarafından sunulan “öldürme listesi”nden seçimini yapıyor.  En ufak bir yasal meşruiyet kaygısı taşımaksızın kimin yaşayacağına ve kimin öleceğine karar veriyor. İnfaz silahı ise pilotsuz bir uçak tarafından taşınan Cehennem füzesi; bu füzeler kurbanlarını yakarak öldürüyor ve kalıntılarının olduğu bölgeyi temizliyor. Her “vuruş” çok uzaklarda bir bilgisayar ekranında “hata uyarısı” olarak kaydediliyor.

Tarihçi Norman Pollock şöyle yazmıştı: “Kaz adımlarıyla yürüyenlerin yerine daha masum görünecek şekilde kültürün tamamını militarize edin. Ve gösterişli lider yerine de işinde titiz olmayan, ama suikastları planlayan ve infaz eden ve o sırada sürekli gülümseyen hevesli bir reformcu olsun.”

Eski ve yeni faşizmi birleştiren unsur, üstünlük kültüdür. Obama, “Varlığımın her dokusunda Amerikan ayrıcalığına inanıyorum” derken 1930’lardaki milli fetişizm açıklamalarını akla getiriyordu.  Tarihçi Alfred W. McCoy’un işaret ettiği üzere Hitler’in sadık adamlarından Carl Schmitt de “Ayrıcalığa karar veren egemen olur” demişti. Amerikancılığın, dünyanın hâkim ideolojisinin özeti böyledir. Bu ideoloji, örneğin Hollywood aracılığıyla bütün dünyaya egemen kılınıyor.

1990’larda Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki eski Sovyet cumhuriyetleri NATO’nun askeri kanadında yer aldı, Ukrayna’daki Nazi hareketinin mirasçılarına da aynı imkânlar tanındı. Sovyetler Birliği’nin Naziler tarafından işgali sırasında binlerce Yahudi, Polonyalı ve Rus’un ölümünden sorumlu olan Ukrayna faşizmine hayat verildi ve onun “yeni dalgası” da teşvikçileri tarafından “milliyetçiler” olarak kutsandı.

SESSİZ KALMANIN BEDELİ: BİR HOLOCAUST DAHA
Avrupa’nın göbeğinde, Ukrayna’da faşizmin canlanması hakkında hiçbir Batılı lider konuşmuyor. Batı medyası; Ukrayna’da olup bitenlerin üstünü örtecek ve gerçekleri gizleyecek şekilde yayın yapıyor. Benzer bir durum ABD’nin Irak işgali sırasında da yaşanmıştı.

Bir kez daha Irak’taki gibi ciddi bir amaçları var. Dünyayı yönetenler Ukrayna’yı sırf füze üssü olsun diye istemiyor. Ukrayna’nın ekonomisini istiyorlar. Kiev’in yeni Maliye Bakanı Nataliwe Jaresko, ABD’nin deniz aşırı ülkelerdeki “yatırımlarından” sorumlu ABD dışişleri bakanlığında eski bir üst düzey görevlisi. Hızla Ukrayna vatandaşlığına geçti. Ukrayna’yı bol miktardaki doğalgazından ötürü istiyorlar. Başkan Yardımcı Joe Biden’ın oğlu Ukrayna’nın en büyük petrol ve doğalgaz şirketinin yönetim kurulunda yer alıyor.

Bu durumda bizlere düşen sorumluluk çok açık: Savaş kışkırtıcılarının alçakça yalanlarını ifşa etmeliyiz ve asla onlarla aynı safta yer almamalıyız. En önemlisi, kendimizin, yani zihinlerimizin, insanlığımızın ve kendimize olan saygımızın ele geçirilmesini önlemeliyiz. Sessiz kalırsak zaferlerinden emin olurlar ve bir Holocaust’a daha davetiye çıkarırlar.

(Özet çeviri) Kaynak: http://johnpilger.com/articles/why-the-rise-of-fascism-is-again-the-issue