“Çevremizdeki Fatmaların trajedisidir karşımızdaki ve dizide işaret edilen tam da budur. Yazarın kaleminden çıkan Fatma hikâyesini yayınevi ilginç bulmasa da biz gayet önemli buluyoruz. Yayınevi yöneticisi yazara böyle karakterlerin gerçekten olmadığını söylese de biliyoruz ki Fatma bizlerden biri. Hiçbir cevabın gelmeyeceği telefonlardan medet uman kadınların hikâyeleriyle dolu bir dünya burası ve onları duymak zorundayız.”

Fatmaların trajedisi

MURAT TIRPAN

Hakan Muhafız, Atiye ya da Aşk 101 gibi büyük tantanalarla gösterime girmeyen, daha mütevazı bir şekilde karşıladığımız yeni bir Netflix dizimiz var artık: Fatma. Kimbilir belki de alıştık artık, -liste düşkünleri hariç- tek tek saymayı bıraktık bu popüler platformda gösterime giren yerli işlerimizi.

Fatma özellikle Burcu Biricik’in performansıyla bir kesimin ilgisine de mazhar oldu elbette. Dizinin defolarını (mesela çok yazılıp çizilen mantık hatalarını) ya da içeriğindeki erdemleri (mesela tacizi, otizmi gündeme getirmesini) tartışmayı başkalarına bırakıp bu yazıda Fatma’daki ilginç bir mefhumdan, “asla karşılık verilmeyen telefondan” yola çıkalım. Açtığınızda karşıdan hiç ses gelmeyen çağrıları, analog günleri yaşayanlar iyi hatırlayacaktır. Hani “Alo, alo” diye seslenip cevap alamadığımız, annelerimizin “Sesimi beğenmedi” tepkisiyle kapattığı aramaları. Bu tür gizemli çağrılarda aranan bir ses duymayı arzular çünkü Althusserci manada çağrı muhatabına seslenmeli, ona bir ad vermeli ve özneleştirmelidir. Çağrının var olması ama hitabın eksikliği egomuzu yaralar, özne olma duygumuza zarar verir. Arzumuz ve toplumsallaştırılma isteğimiz boşa çıkar. Var olması gereken ama asla gelmeyen ses bizi sakatlar. Telefonu açanlar muhatap olunmak isterler.

Dizide Fatma’nın telefonu sürekli çalar ve hikâye boyunca kocasını arayan kadın “Zafer sen misin?” diye açar her seferinde. Karşıdan birtakım sesler duyulur ama arayan asla cevap vermez. Telefondan gelecek bir ses, Zafer’in sesi; ötekinin fallik arzusunun, yani kadının tek istediği şeyin göstergesidir. Çünkü Lacan’ın söylediği gibi bakış ve ses küçük arzu nesnelerinden birine dönüşebilir. Ötekinin arzusu bakış ve seste ortaya çıkar. İkisi de yansıtılamaz, ayna imgeleri yoktur; kendi başına göremezsiniz onları, simgeleştirilmeleri çok zordur. Dolayısıyla Fatma için duyacağı erkeğinin sesi hayata, her şeye rağmen devam etmesini sağlayacak fallik bir çadır direğidir. Sonradan, geçmişte yaşadıklarına karşı şiddetli bir tepki verdiğini anlayacağımız bu kadın bir erkeğe bağlanmış, var olma yolu olarak -birçok kadın gibi- bunu benimsemek istemiş, daha doğrusu umut etmiştir. Zafer’in gidişiyle her şey değişir, beklenen sesin asla gelmeyecek olması bütün dizinin eksenini oluşturur. Ama sonuçta Fatma’nın duyup duyabileceği, onu baskılayan düzen makinesinin belirsiz sesleridir. Trajedi de buradan doğar.

“Zafer sen misin”, “Zafer gelince ödeyecem” , “Zafer kurban olayım”,

“Zafer bilmiyor öldüğünü”, “Zafer gelince halledecez”, “Zafer’i nerde bulurum” replikleriyle sürüp gider dizi. Zafer’dir travmaların çözümü, Fatma’nın ayakta durmasının tek yolu. Zafer olmalıdır telefonun karşısındaki. Dolayısıyla Fatma’nın karşıdan duyulacak bir sese bel bağlaması, bu erkek beklentisi yok etmiştir onu. Çünkü o erkek yoktur. Dizide Uğur Yücel’in canlandırdığı yazarın ağzından şu sözler çıkar bir yerde: “Çocukluğundan kaçmaya çalışanlar ne vakit büyüyeceklerini bilemezler.” Fatma çocukluğundaki travmayı unutmanın yolu olarak bir erkeğe bağlanmış, erkeğin yok olmasıyla da (ya da o fallusun hiç var olmadığının ifşasıyla) yeniden hatırlamaya, acı çekmeye başlamıştır. Hatta bu durum yeni bir trajedi de doğurur.

Aynı sessiz çağrının Fatma’nın sokak ortasında çocuğunun elini bırakıp bir kazaya kurban gitmesine neden olmasından bahsediyorum. Dolayısıyla kadının yeni travmasının, çocuk kaybının nedeni de ansızın gelen telefona kocası olduğunu sanarak cevap vermeye çalışması ve çocuğunu bu anlamda ölüme göndermesidir. Başlangıçtır telefon. Elbette “Okullara sığdıramadınız, oyun parklarına sığdıramadınız, ben şimdi onun küçücük bedenini nasıl tabuta sığdırayım” gibi yürek donduran bir replikle savunduğu otizmli çocuğunu böyle bir toplumda büyütmenin zorluğu ortadadır. Dizinin bu konudaki tavrı da takdire değer ama bahsettiğimiz durumun da altını çizmek gerek, biricik oğlunun ölümüne neden olan da Fatma’nın (özel ve genel anlamlarıyla) Zafer beklentisidir. Eğer psikanalizin savunduğu gibi çocuk, kadının fallusa sahip olmasının göstergesiyse sakat da olsa bu çocuğun ölümle buluşması o aranan fallusun asla bulunamayacağının ikinci göstergesidir. Bu durumda Fatma’nın etrafını saran baskı unsurlarıyla savaşması için bir fallusa dönüşmesinden başka yolu kalmaz.

Her geçen dakika erkeğin ne mal olduğunu anlamasıyla, öldürdüğü her kötücül erkekle (ölenlerin hepsi de erkektir) güçlü olabildiğini anlar kahramanımız. Dizinin en metaforik sahnelerinden birinin ima ettiği gibi fallik gökdelenlere karşı tek başına durabileceğini anlar. Dizide telefonlar gelmeye devam eder ama Fatma giderek değişir. Bir tür “Promising Young Women” halinde kendi sonunu hazırlasa dahi “kötüler”den öcünü alır. Temizlikçiliğini yaptığı insanları temizlemeye başlar.

Bu durum bir tür özneleşme de değildir, neyse ki Netflix gibi ana akım bir kanaldan beklenebileceği gibi kahramanlaşma da. İsmi değişir, varlığı fark edilmez kadının. (Kardeşinin de kaderi aynıdır aslında) Bazılarının dizinin bir defosu olarak gördüğü Fatma’nın her durumdan kolayca kaçabilmesi, neredeyse görünmez olabilmesi onun bir yandan “öç alan kadın” olarak tanımlanabileceği halde öte yandan aslında yok olmasındandır. Çevremizdeki Fatma’ların trajedisidir karşımızdaki ve dizide işaret edilen tam da budur. Yazarın kaleminden çıkan Fatma hikâyesini yayınevi ilginç bulmasa da biz gayet önemli buluyoruz. Yayınevi yöneticisi yazara böyle karakterlerin gerçekten olmadığını söylese de biliyoruz ki Fatma bizlerden biri. Hiçbir cevabın gelmeyeceği telefonlardan medet uman kadınların hikâyeleriyle dolu bir dünya burası ve onları duymak zorundayız.