Herkes bir şeylerin küskünü ama küsmemek gerek. Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu onca zorluğa, onca büyük kayba rağmen yeniden ayağa kalktı. Geri durmamak, yaşama dahil olmak, bütün bu üretimlere omuz vermek gerek.

Ferhangi ‘umut’lar
Fotoğraflar: Depo Photos

Tekin DENİZ

Ne hikmetse değişmez bir yazgı gibi hep karşımızda durur şu meşhur: “Ah ah… Nerede o eski Beyoğlu…” lafları. Şaka kaldırır yanı da yok yani, böyle diyenlerimiz sahiden pek meşhurdurlar. Ne var ki aynı kişiler Beyoğlu’na doğru düzgün gelmezler. Eski bir hikâye işte bu, yarıya kadar dahi dolduramadığımız tiyatro, sinema ve konser salonlarını, yalnızca kapatıldıklarında “Ah… ah…” diyerek hatırlarız. Bütün dünya vazifemiz acaba dertlenip kederlenmekten mi ibarettir? Belki en çok da bunu sormalıyız.

Peki pahalı zevklerden midir tiyatro? Elbette hayır. Yıldız Kenter bu mesele hakkında vaktiyle: “Tiyatroya, kitaba pahalı deniyor. Fakat baktığımda pahalı gelmiyor. Türkiye’de her şey pahalı ama ucuz olan iki şey var: İnsan hayatı ve sanat.” demişti. Sormak gerek, ne değişti?

Kaç gündür Ses Tiyatrosu önünden geçerken Halep Pasajı girişindeki vaktiyle yerinde Ses Tiyatrosu afişlerinin olduğu o boşluğa bakıyorum. Burada “Ferhangi Şeyler” afişini hep sabit bir şekilde görürdük. Artık orada yok ve yerine ne konulacağı da belli değil. Yine aynı pasaj içinde yer alan Cüneyt Türel sahnesi de ne yazık ki kısa bir süre önce tarih oldu. Oysa Cüneyt Türel gibi şahane bir insan hazinesini yaşatmanın yükümlülüğü sadece Metin Deniz gibi eşsiz bir dostun ve geriye kalan şu üç beş kişinin boynuna düşen bir borç olmamalıydı.

ASIRLIK VERGİ SORUNU

Tam karşıda, Atlas Pasajı içinde yer alan Küçük Sahne de ne yazık ki tıpkı “Ferhangi Şeyler” afişi gibi boşlukta bir anı oldu. Üstelik “Burası korunmalı” diyen onca sanat emekçisine ve aydınların çağrılarına rağmen yok edildi. Oysa Ferhan Şensoy bütün bu anıt mekânlar için büyük ter dökmüştü. Kapanmasın, korunsunlar diye çok büyük çaba sarf etmişti. Ustası Haldun Taner de böyleydi. O da kent belleğinin korunması için yıllarca yazdı, idarecilere ve ilgililere çağrılarda bulundu. Markiz’in, Meserret Kahvehanesi’nin ve daha nice yerin yaşatılması için var gücüyle çabaladı. Çünkü bunlar sanatçı olmaktan öte aydın olmanın bir gerekliliğiydi.

Yeni tiyatro sezonunun açılmasına şurada çok da bir zaman kalmadı. Ferhan Şensoy: “Şayet yüz seyircinin altında bir bilet satılırsa zarar ederiz” demişti. Görünen o ki tiyatro salonları şu koşullarda tam kapasite çalışsalar da zarar etmeleri kaçınılmaz olabilir. Zira ülkedeki kâr-zarar dengeleri hiç de kestirilebilir değil. Aynı zamanda birer ticari işletme de olan özel tiyatroların üzerlerindeki asırlık vergi sorunu, memleketteki kültür sanat ve eğlence yaşamı için de bir tehdit.

Baskı ve sansür eliyle geçen sene 14 festival iptal edildi. Bu yılın ilk 6 ayında da 14 etkinlik iptal edildi. Yani kültür sanat emekçileri sadece maddi terörle değil, psikolojik ve bürokratik saldırılarla da uğraşmak zorunda bırakılıyorlar. Ticari faaliyete konu olan geliri sadece gişede kesilen biletten ibaret olan bu emekçiler “tüccar” olarak bile niteleniyorlar. Sanata ve sanatçıya karşı bakışımızla demokrasiye ve eşitliklere bakışımız ne yazık ki at başı ilerliyor. 

Herkes bir şeylerin küskünü ama küsmemek gerek. Küsmekle, geri durmakla bir şeyler çözülseydi çoktan Mars sathında bir yerde koloni kurmuş, öte galaksileri keşfe çıkmış olurduk. Bakın Ses Tiyatrosu onca zorluğa, onca büyük kayba rağmen yeniden ayağa kalktı, yeniden perdelerini açtı. Beyoğlu’nda hâlâ tiyatro var, sanat var, kültür etkinlikleri var. Uzun yıllar sonra nihayet açılan Botter Apartmanı da bir büyük kazanım değil midir İstanbul için? Bunlar var. Geri durmamak, yaşama dahil olmak, bütün bu üretimlere omuz vermek gerek.

HÂLÂ SANAT VAR

Geçenlerde Beyoğlu’nda gezerken yine Ferhan Şensoy’dan laflıyorduk. Dilimize Grup Gündoğarken ve Hümeyra sesli bir “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” dolandı. Sonra “İstiklâl’de gezinen tramvaylardan birine neden Ferhan Şensoy adı verilmesin ki?” dedik. Herkes bu öneriye sıcak baktı. Belki İ.E.T.T idarecileri de sıcak bakar diye başvuruda bulunduk. Bu başvurunun ardından bir ay kadar bir süre geçti ama ne yazık ki herhangi bir dönüş olmadı.

Henüz bir isim verilmedi o kırmızı tramvaya ama ben onu her gördüğümde Ferhan Şensoy’u hatırlıyorum. Sesini her duyduğumda süpermarketlere karşı olan kahraman bir bakkal, İran Şahı, Ömer Hayyam, Mimar Sinan, Münir Özkul, Erol Günaydın sesli bir Beyoğlu duyuyorum! Velhasılıkelâm “İstanbul’u satmayalım” diyorum.

Eski İstanbul sokaklarında çocukların koşup bağırdıkları gibi yaparız belki: “Dan diki dan dan çeklin yoldan geliyor Ferhan!” diye bağırırız! “Bu ülkede hâlâ tiyatro var! Sanat var! Umut var!” diye haykırırız. Olmaz mı?