1951 yılında devlet bir gövde gösterisi yapmış, yurt sathında bilinen ne kadar solcu işçi, memur, yazar-çizer varsa hepsini bir gecede içeri tıkmış ve aylarca bunlara eziyet etmişti. Ardından...

1951 yılında devlet bir gövde gösterisi yapmış, yurt sathında bilinen ne kadar solcu işçi, memur, yazar-çizer varsa hepsini bir gecede içeri tıkmış ve aylarca bunlara eziyet etmişti. Ardından çoğu neden tutuklandığını dahi öğrenemeden serbest bırakılmışsa da “komünist” damgasını yemişlerdi bir kere. Geçen hafta yitirdiğimiz Fethi Naci de bu gösterinin kurbanları arasındaydı ve o bu sırada fazladan bir de linç girişimi yaşamıştı.

Fethi Naci, rahmetli İdris Küçükömer gibi Giresunlu, onun gibi yoksul fakat alnının akıyla ün kazanmış bir yazar ve roman eleştirmeniydi. Ayrıca Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda görev almış bir sosyalistti. Son yıllarda pek bir şey yazamıyordu. Hatta bu durumu yakınlarına “vaktiyle o kadar çok kötü Türk romanı okudum ki, bu yüzden alzaymır oldum” diye izah ediyordu. Günümüzde patlak veren birbirinden rezil roman furyası biraz da Fethi Naci’nin bu hastalık nedeniyle meydanı boş bırakmasından kaynaklanıyordu.

Fethi Naci 1947’de İktisat Fakültesi öğrencisiyken, aynı zamanda İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin yöneticileri arasındaydı. Ama arkadaşlarıyla ters düşmüş ve bu yüzden dernekten ihraç edilmişti. 1949’da okul bitince mecburi hizmet yeri olan Konya Ereğlisi’nde, Sümerbank’a ait bez fabrikasında muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Öte yandan İktisat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak dönmeyi planlamıştı. Bunun için açılacak asistanlık sınavını bekliyordu. Doktora tezini “Marksist değer teorisi” üzerine yapacaktı. Bunun için yanında İstanbul’dan bir valiz kitap getirmişti. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in kitapları. Amirleri de durumu biliyor ve hatta onun mesai saatleri içinde bunları açıp çalışmasına göz yumuyorlardı. Eğer kazanırsa, Sümerbank’taki mecburi hizmetini üniversiteye devredecek, belki de doçent, profesör olacaktı. Fethi Naci asistanlık sınavını kazandı. Adı, asistan olup olamayacağına karar verecek profesörler kurulunun önüne de geldi. Fakat dekanlık kaleminden muhbir bir memur, Prof. Ömer Lütfi Barkan’a “komünist” olduğunu ispiyonladı. Ve böylece bir hayal gerçekleşmek üzereyken sönüp gitti.

Bu yıkımın üzerine askerliğini yapmaya karar vermişti. Ama tam da o günlerde İstanbul’dan gelen bir mektup “bütün hayatını değiştirdi”. 1951 Nisan ayında gelen mektupta, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği yöneticilerinin tutuklandığı yazıyordu. Tutuklanma sırasının derneğin eski yöneticilerine, dolayısıyla kendine de geleceğini tahmin ederek, tedbir için önce sakıncalı olabilecek mektuplarını yaktı. Sonra yine sakıncalı bulunabilecek kitaplarını ayırarak valize yerleştirdi. Fabrikadan samimi olduğu, güvendiği kimya mühendisi bir arkadaşı vardı. Ona da eğer tutuklanırsa valizi odasından çıkarıp saklamasını rica etti, arkadaşı da “olur” dedi.

Ertesi gün karakola davet edilmişti bile. Adliyede yargıç Fethi Naci’yi görünce şaşırmıştı. Çünkü fabrikanın yemek salonunda, gösterilen filmlerde karşılaştıklarında selamlaşırlar, hatta bazen sohbet ederlerdi. Yargıç, “maalesef sizi tevkif etmek zorundayım. İstanbul’a gidiyorsunuz” dedi. Adliyenin parası yoktu. Jandarmaların yol parasını öderse hemen yola çıkılacak, yok adliyenin ödemesini beklerse, en az 10 - 15 gün nezarette kalacaktı. Fethi Naci parayı ödemeyi kabul etti.

Son olarak “zanlının” fabrikada kaldığı lojmana gidilecek ve odasında arama yapılacaktı. Önce giysi dolabını aradılar, masanın üstü filan, sonra divanın altından “en iyi dostunun saklamaya söz verdiği” valizi çıkardılar. Valizi açtılar: Markslar, Engelsler, Leninler, Stalinler ortalığa saçıldı. Yargıç değişik bir yüz ifadesiyle Fethi Naci’ye baktı, o sanki suçluymuş gibi mahcup, ezik bir halde yere. Sonra bir bir kitaplar sıralandı, tutanak tutuldu, imzalar atıldı.

51’in Ereğlisi’nde haber bire bin katarak yayılmıştı. “Geceleyin telsizle Moskova’ya haber yollarmış, KGB’den maaş alırmış, dinsiz-imansızın tekiymiş, bahçede bir çuval dolusu gizli evrak yakarken görülmüş, kalbinin üstünde Nâzım Hikmet’in resmini taşırmış, yok aslında Suriye casusuymuş” derken kasabadan gelen uğultu hapishaneye kadar ulaştı. İstanbul’a hareket trenle öğle vaktiydi. Polis geldi, bileklerine kelepçe takıldı, üstüne bir ceket atıldı. Hapishaneden çıktılar. Uğultu daha da artmıştı. Kapının önünde jandarma dolu üç fayton bekliyordu. Ellerinde taşlar ilkokul çağında çocuklar bir süre faytonları kovaladı. Tren istasyonu kordon altına alınmıştı. Gar hıncahınç dolmuş, yaşlısı genci, yumruğunu sıkan gelmişti. İçlerinde iş önlükleriyle gelenler, hatta tanıdık bazı yüzler bile vardı. Jandarmalar arasında yürürken kalabalıktan bir ses yükseldi: “Yuh sana vatan haini!” Fakat Fethi Naci’nin şansına jandarma işi sıkı tutmuştu. Çünkü (tesadüf bu ya) Ereğli jandarma komutanı da Giresunlu’ydu ve çocukluktan itibaren tanışıyorlardı.