Her şeyin farkındaydı bir süredir. Bir sırrı kalmadığından beri hayatın, canı sıkılmıyordu. Yanıtları çok aramıştı.

Her şeyin farkındaydı bir süredir. Bir sırrı kalmadığından beri hayatın, canı sıkılmıyordu. Yanıtları çok aramıştı. Ömrü boyunca; okunmadık kitap, konuşmadık bilge, derviş, filozof ve din adamı bırakmamıştı.

Önceleri sınırsız bir açlık ve hayranlıkla keşfettikleri, bir süre sonra anlamsızlaşmış ve neredeyse yanıtları aramaktan vazgeçecek hale gelmişti. Sıkça sohbet ettiği, çok şey bilen ihtiyar bilgelerin umursamazlığına kapılmıştı. Oysa sonra anlamıştı ki, çok bilgiye vakıf olanların hayata aldırmazlığı uzaktan mütevazı bir gözü tokluk gibi gelse de, aslında uzun bir yolculuğun manasızlığına duyulan öfkedir. Oysa o çok şeyi değil, artık her şeyi biliyordu. Mutluydu, tamamlanmışlık hissiyle dopdoluydu. Dünyanın sınırlarının ötesini biliyordu, herkese anlatacaktı.

Herkes her şeyin farkında olacak; o konuşurken, insanların gözyaşları son kez huzursuzluklarını toprağa akıtmak için akacaktı. Gel gör ki o gün Cengiz’in orduları yerle bir etti Bağdat’ı. Şehri Bağdat, otlak oldu Moğolların atlarına. O güzel çarşının kapısında yanarken vücudu, diğer cesetlerle istif edilmiş,  ateşi harlıyordu Promete’den hazzetmeyen bir asker, el yazması kitaplarla.  Irmaklar mürekkep ve kana bulanarak, aktılar “bade harap ul Basra”ya doğru. Denize aktı yanıtlar, sırları balıklar sakladılar. O nedenle onca direndi kaptan Ahap’a, o koca feylesof balina.

Irak’tan çekiliyormuş işgalcinin askeri. Kim hatırlar bu seçim zamanı, zamanında o barbarların ateşli şehvetine kor olan partiyi?

Hayır, Evet, Yeter, Yetmez.

Bu coğrafya şaşkın kıyakçıları bugün olmasa da yarın affetmez.