Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Film Festivali’nin ve Sinema Yazarları Derneği'nin Onur Ödülü’ne değer görülen Nur Sürer, ülkedeki telif hakları sorununun acil çözülmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Sürer, “Kadrosunda yer aldığımız filmler, diziler defalarca, defalarca gösteriliyor; ama sanki biz hiç yokmuşuz gibi” diyor.

Filmlerimiz var  biz yokuz gibi!

Öykü ARICA

İlk filminden günümüze kadar hem Türkiye’de hem uluslararası boyutlarda zihinlere protest duruşun ve hak mücadelesinin bir imgesi olarak kazınmışbir sanatçı sinema emekçisi Nur Sürer. Onun ismini duyduğumuzda, hatırımıza ilk önce‘Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ‘Fatma’sı, ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ın ‘İnci’si; ‘Dul Bir Kadın’; Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar ödülü alan ‘Umuda Yolculuk’ gelir. Önümüzdeki günlerde ‘Camdaki Kız’ dizisiyle seyircilerle buluşacak Nur Sürer’i, Nur Sürer’le konuştuk…

Sizi bilenlereşitsizlikle ve adaletsizlikle mücadele eden kimliğinizin temelinin çocukluğunuzda atıldığını da bilirler… Nur Sürer nasıl bir çocukluk geçirdi?

Yoksullukla örülü bir çocukluk… Biz dört kardeşiz. Üçümüz kız, en küçüğümüz ise erkek. Tabii, küçük derken, o da şu an 62 yaşında. Altı yıl önce kaybettiğimiz annemiz emekçi bir kadındı, çok uzun yıllar evlere temizliğe gitti. Ne var ki, babam çalışmayı seven biri değildi, zaten ben ilkokula başladığımda boşandılar. Sonra annem tekrar evlendi, üvey babayla büyüdük biz. Ama filmlerdeki üvey baba tarifinden uzak, iyi huylu biriydi o da; sadece cimriydi diyeyim, haliyle zar zor büyüdük, güç bela okuduk okullarda. Yoksul öğrenci tanımı içinde olduk hep. Yardım edenlerimiz vardı, bir şekilde tamamladık çocukluğumuzu. Tüm zorluklara rağmen, ebeveynlerimiz demokrat insanlardı. Okuma – yazmaları olmadığı halde bizlere eğitimli bireyler olma şansını tanıdılar.

filmlerimiz-var-biz-yokuz-gibi-850234-1.

4 yıl süren bir İsviçre serüveniniz olmuş... İsviçre’ye göç eden insanlarıyakından gözlemlemefırsatınızda oldu… Neler yaptınız İsviçre’de? Hem yerel halk hem de göçmenlerle ilgili sizde kalan izler neler?

Ailemin büyük bir bölümü İsvicre’deydi, anneanneme kadar. 70’li yıllarda göçmen olmak günümüzde olduğu kadar zorlu değildi, herkes işinde gücündeydi, biz de işçi çocuğuyduk. Tabii İsviçre’nin dilini iyi konuşamama, hatta öğrenmemek için gösterilen bir direnç gibi sorunlara tanık oldum. Diğer Türk aileleriyle dar alanda geçen sınırlı bir yaşam biçimini beraberinde getiren sorunlardı bunlar. Ama esas zor olan, tam da içinde bulunduğumuz zaman! Özellikle adına ‘Arap Baharı’ dedikleri süreçten sonra, insanların belki de gitmeyi hiç istemedikleri ülkelere gitmeye mecbur bırakılıp, bugün ‘sığınmacı’ tanımı altında ‘hayatta kalmaya’ çabaladıkları gibi bir süreç değildi 70’li yıllar…

HER DAİM ÖRGÜTLÜLÜĞÜ SAVUNURUM

Aktivist bir sanatçısınız… Sinema emekçilerinin sorunlarıyla hem sokakta ilgilendiniz. Hem de SİNE-SEN gibi etkili bir kurumda yöneticilik, ÇASOD gibi Türkiye’nin en güçlü aktörlerinin faal olarak yer aldığı bir dernekte uzun süre başkanlık yaptınız… Meslek örgütlerinde ve sendikada sorumluluk almış biri olarak, mesleki örgütlerinin dünü ve bugünü ile ilgili yorumunuz nedir?

Ben sinemaya başladığımda, DİSK’e bağlı SİNE-SEN ve örgütler çok güçlüydü. Ta ki 12 Eylül’de kapatılana kadar. Çok değil, 12 Eylül 1983’de örgütler ve sendika tekrardan yaşama geçirildiğinde, uzun yıllar yönetimdeydim, derken 1992’de ÇASOD kuruldu, orada da görev aldım. Oyuncu Sendikası’ndan istifa ettim, çünkü kimi oyunculara yapılan haksızlıkları görmezden gelenler çoğunluktaydı. 2 yılı aşkın bir süredir de TÜRSAV Vakfı’nın başkanlığını yapıyorum. Örgütlü olmanın birlikten gücü doğurduğunu bilir; her zaman, her yerde, her anlamda örgütlülüğü savunurum. Şimdi meslektaşlarımızın birçoğusendikalı değil, bir de bizim iş kolumuz diğer mesleklerden farklı tabii…Ama baktığımızda, başka iş kollarında iki yılı aşkındır grev yapan inşaat,tekstil, maden işçilerini görüyorum. Sosyal medyadan da olsa destek olmaya gayret ediyorum, kendilerini de istikrarlı buluyorum.İktidar değişikliğinde dilerim ki sendikalar rahat bir nefes alır artık… Yurtdışındaki çalışmalarımda,sendikalarıniş yaşamındaki önemini çok daha net gördüm. Emekçinin çalışma saatinden tut da, diğer tüm haklarına yönelik çok hassaslardı.Umarım buradaki sendikalar ve meslek örgütleri de aynı hassasiyeti gösterebilirler bir gün.

filmlerimiz-var-biz-yokuz-gibi-850229-1.

Biraz sektörle ilgili konuşalım… Sinemada erkek egemen bir yapılanma olduğunu düşünenlerden misiniz? Kadının sinemaya, sinemanın kadına; özellikle Yeşilçam’ın hemcinslerinize kattıkları hakkındaki fikirlerinizi merak ediyorum.

Ben, oyunculuk adına, sinemanın ‘erkek egemen’ olduğuna ilişkin üretilen ifadeleri de, bu ifadelerdeki ısrarı da doğru bulmam. Çünkü mesela sinemada ‘Dört Yapraklı Yonca’ hikâyesiyle yıllarca filmler yapıldı. Ha, hikâyelerde kadın hakkı verilerek tarif edildi mi, yoksa tarif yetersiz miydi, tartışılır. Ama bunların neredeyse bütünü tecimsel ağırlıklı hikâyelerdi. Kadının olmadığı bir hikâyeyi anlatabilir misiniz? Anlatamazsın elbette! Ama kadın karakterin hikâyede doğru yerleştirilmesi ve ona daha güçlü bir karakter yazılması mümkün. Tabii bu dediklerim tamamen sinema için geçerli.

12 EYLÜL DARBESİ SİNEMADA YOK

12 Eylül Darbesi’nden hemen sonra hayata geçirilen, sizin de oyuncu kadrosunda yer aldığınız ‘Ses’ filmi, 12 Eylül üzerine çekilen ilk film olarak bilinir. Hem 80 öncesinde hem sonrasında var olmuş bir sinema emekçisi olarak sizce sinema açısından o dönemin eksileri ve artıları neler?

12 Eylül’e dair bir ilk olarak mı tanımlanıyormuş ‘Ses’? Açıkçası ben sinemamızın 12 Eylül’ü hâlâ anlatmadığı konusunda ısrarcıyım. Bu bağlamda sınıfta kalmış haldeyiz. Evet, tamam, bazı filmler oldu; ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ bunlardan biridir, ama yeterli midir? Hayır! Hem de kocaman bir hayır.

Birçok uluslararası yapımda da yer almış bir oyuncu olarak, başka ülkelerdeki çalışma koşulları ve telif haklarıyla, buradaki koşulları kıyasladığınızda gözünüze çarpan farklar nelerdir?

Ben yurtdışında dört filmde çalıştım, bunlar Alman yapımı ve İsviçre yapımı filmlerdi. Yurtdışında çalıştığım ilk projede filmin sesli çekilmesi beni çok şaşırtmıştı. Yani oyuncu sadece oynamakla sorumluydu. Geldiğim yerde alışmadığım bir şeydi bu! Biliyorsun, biz oyuncular o zamanlar her işin içindeydik çünkü. Telif haklarına gelirsek, bildiğim kadarıyla o bazı başka ülkelerde de henüz uygulanmıyor… Ha, Sinema Oyuncuları Meslek Birliği (BİROY)’a ve arkadaşlarımıza gelen telifler oluyor, mesela ben de bir kez bir yapımdan telif hakkı almıştım; ama bunun bir şekilde çözülüp bütünde de uygulanması gerekiyor. Kadrosunda yer aldığımız filmler, diziler defalarca, defalarca gösteriliyor; ama sanki biz hiç yokmuşuz gibi!

Peki, sektörün çalışma koşullarını ‘dün’ ve ‘bugün’ diye ayırırsak, günümüz çalışanları daha mı şanslı? Eskiden de çalışmanın kendi içinde bir lezzeti var mıydı?

Kuşkusuz ki, bugünün oyuncuları her açıdan bizden çok daha şanslılar. Kostüm, makyaj gibi dertleri yok mesela. Kostümü kostüm sorumlusu hazırlıyor, makyaja makyöz karar verip uyguluyor. Çoğu sette konforlu karavanlarda hazırlanılıyor. Bugün oyuncu yalnızca oynayacağı karakteri düşünüp ona hazırlanabiliyor. Eskiden kostümümüzü kendimiz hazırladık, makyajımızı kendimiz yapardık; kuaför olmazdı sette. Yoğun ve zor zamanlardı gerçekten, ama gençtik, dinamiktik, mutluyduk yine de.

filmlerimiz-var-biz-yokuz-gibi-850230-1.

BAKANLIK KÖTÜ YAZILMIŞ İŞLERE OMUZ VERİYOR

Yaşamın her alanında olduğu gibi, sinemada da ifade özgürlüğünü savunan Nur Sürer olarak, sizce Türk sinema ve dizi sektöründeki oto-sansür, işin niteliğinden neler götürüyor? Bu çağdaş estetik yaratıcılarına nasıl yansıyor?

Bu bahsettiğin uygulama dijital platformda yapılan işlerle bir nebze rahatladı. Görece daha özgür olduğumuz söylenebilir ama dizilerde sigara hâlâ içilmez, yani tiryaki bir dizi karakteri yatamazsın… İşte böyle içki kadehleri buzlanıyor, küfürler ‘bip’leniyor; hâlbuki hayat hiç de böyle değil… Örneğin, sokaklar küfür eden 6 yaş grubuyla dolu, işitmeyenimiz azdır. Tabii yaşamın parçaları sansürlenirken, şiddet içeren sahnelere sonsuz hoşgörü tanıyabiliyorlar, ne işse! Halimiz bu iken, ‘neyse ki sinemada hâlâ özgürüz’ diyoruz, ama Kültür Bakanlığı, filmlere maddi destek vereceği zaman kimi çok yetenekli senaristlerin, yönetmenlerin hikâyelerini uygun bulmayıp es geçiyor ve gerçekten, ama gerçekten çok kötü yazılmış işlere omuz veriyor.

24’üncü kez gerçekleştirilecek olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Film Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görüldünüz… SİYAD Onur Ödülünü de alacaksınız… Bu tebrik, sinemada sosyal dayatmaların direncini kıran kadın karakterlere rol veren Nur Sürer’e ne hissettiriyor?

İyidir ödüller… Çok sevindiğimi söylemek isterim. Bugüne kadar var olduğun meslek için verilen her ödül herkese şahane hissettirir elbette.

Hemen önünüzde ‘şu’ diyebileceğiniz, hayata katacak yeni projeleriniz neler?

Gülseren Budayıcıoğlu’nun ‘Camdaki Kız’ kitabının dizi uyarlaması yapılacak şimdi… Kadroda ben de yer alıyorum. Bu yaz, tabii eğer yeterli maddi desteği bulursa, yetenekli bir genç yönetmenin sinema filminde yer alacağım. Birde de belki dijital platformda gerçekleşecek bir yapımda rolüm olacak. Eh, fazla bile…

Cemal Süreya’nın dediği gibi, ‘Her ölüm erken ölüm’dür… Bu dizeler, değerli sanatçı Bülent Kayabaş için söylenmiş sanki… Kayabaş’la evliliğinizden bir oğlunuz var. Oyuncu bir anne ve babanın çocuğu olarak oğlunuz Ümit, sinemaya ve sanata nasıl bakıyor? Şu an neler yapıyor? Ümit’in annesi Nur Sürer’le arkadaşlığı nasıl?

Oğlum bu yıl 34 yaşına giriyor. 7 yıldır Londra’da bir grafiker olarak hayatını sürdürüyor.Ara ara onu görmeye gidiyorum, fırsat bulduğunda o ziyarete geliyor, ama tabii pandemi süreci yüzünden şu sıralar pek planlayamıyoruz görüşmelerimizi.Ümit gerçekten çok iyi, çok vicdanlıdır. Çocukken resim çizerdi, kendine özgü bir disiplini vardı; hala öyle… Beni hiç üzmedi desem, yerinde olur. Çok çalışkan bir öğrenciydi, akıllı ve sorumluluk sahibiydi. Herkesin isteyeceği bir evlat örneğidir Ümit.

Hayat arkadaşınız Sarp Kuray, bir dönemin en önemli siyasal liderlerinden biriydi… Doğruları ve hak mücadelesi nedeniyle önce yurtdışı sürgününden geçti, sonra da 8 yıl sürecek bir cezaevi hayatı oldu. Mahkemedeki savunmalarını salonda bizzat izlemiş biri olarak, çok etkilenmiştim. Bu sürecin içinde bulunmuş bir hayat arkadaşı olarak, sizin yüreğinizde hangi fırtınalar esti bu süreçte?

Sarp’ın davası 16 yıl sürdü; ben ‘süründürüldü’ demeyi tercih ederim tabii! Kendi dönemindeki örgüt davaları zaman aşımından düşerken, Sarp’ın davasını ‘sürdürdüler’ ve neticesinde müebbet verdiler.Birtakım yatmışlıkları ve Özal döneminde getirilen af derken, 8 tam yıl yattı… AİHM’i kazanmasına rağmen işletmediler, biliyorsun şimdi bunun aynısını Selahattin Demirtaş’a uyguluyorlar. 7 buçuk yıl boyunca Sincan F tipindeydi, Sincan Cezaevi 15 Temmuz sonrası FETÖ’cüler için boşaltılınca, son 6 ay Edirne’ye gittik. O yıllar boyunca Sarp’ın ablası, kardeşi, ben ve arkadaşı Celal onu hiç yalnız bırakmadık, şanslı bir mahkumdu diyelim, çünkü ben cezaevlerinde devlete karşı işlenmiş suçlardan ötürü 25-30 yıldır yatan insanlar gördüm. Bu insanların pek çoğunun yakınları ya ziyaret etmeyi kesmişler ya da yaşlanıp ölmüşler, mesela. İçeride kalsa mahkûmiyet, dışarı çıksa yalnızlık. Hiçbir şey bıraktıkları gibi değil… Öte yandan bu ülkede afla çıkarıldıktan 3 gün sonra benzer veya aynı suçu işleyen kadın katilleri, uyuşturucu satıcıları, çete mensupları var.

Bir de özellikle sormak istiyorum: Her oyuncunun içinde ‘ah oynasam’ dediği bir karakter yaşar… Sizin ‘ah keşke!’ dediğiniz bu karakter nasıl biri? Bir gün bizlerin izlemesi mümkün mü?

‘Aman şu olsaydı da oynasaydım’ gibi bir derdim hiç olmadı, ama yıllar yıllar önce Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı çekilecekti ki çok sevdiğim bir romandır… Oradaki Günsel karakterini düşünmüşlerdi benim için, bildiğim kadarıyla yani… Kenan rolü için de Rutkay Aziz düşünülmüştü, ama sonra çeşitli sebepler yüzünden gerçekleşmedi. İsterdim tabii, şöyle Fransız olsaydım da Madam Bovary’ninEmma’sını canlandırsaydım… Ama tabii gerçekçilik, hayallerden çok daha faydalıdır. İyi yazılmış bir hikâyede yer almak yeterlidir.Bizim asıl dertlerimiz memleket. Memleketteki derin yoksulluk, hukuksuzluk, adaletsizlik, haksızlık; kadına, çocuğa, hayvana reva görülen şiddet!