Aşırı sağcı Le Pen riskine karşı sermayenin ‘güler yüzlü temsilcisi’ Macron, seçimi kazandı. Seçim aritmetiği ve politik sonuçları ise inandırıcı bir sol alternatif yaratılmamasının sancılarını çarpıcı biçimde gözler önüne serdi.

Fransa’da kazanan kim?

İlda Alçay SEPETOĞLU
Siyaset Bilimci, Paris

Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu beklendiği üzere -ki bazı seçim öncesi yoklamalarda da işaret edilmişti-, aşırı sağcı Marine Le Pen riskine karşı “ne sağcıyım ne solcuyum” şiarıyla öne çıkan ve sermayenin “güler yüzlü temsilcisi” olarak parlatılan Emmanuel Macron kazandı.

İkinci turda, Fransız seçmenlerin yüzde 72’si sandık başındaydı. Oyların yüzde 58’i Macron’a, yüzde 42’si de Marine Le Pen’e gitti. Bu, Le Pen’in şimdiye kadar aldığı en yüksek oy oranı. Bir diğer çarpıcı gelişme ise solun adayı olarak öne çıkan Mélenchon’un seçmenin ikinci tur tercihi olmasıydı. Paylaşılan bilgilere göre, ilk turda Mélenchon’u destekleyen seçmenin yüzde 42’si Macron’u, yüzde 17’si ise Le Pen’i tercih etmiş durumda. Başka deyişle, bir kez daha sol siyaset iktidara alternatif olmak yerine, siyasete hâkim sağcılık yarışının oy deposuna dönüşmüş görünüyor.

Fransa’daki seçimin sonuçları Türkiye’deki kimi sol liberal çevrelerde -özellikle Macaristan seçimlerinin etkisiyle- “aşırı sağın yenilgisi” ya da “Avrupa’nın direkten dönüşü” diye alkışlandı. Ne var ki hem seçimin aritmetiği hem politik sonuçları, gelinen noktada burjuvazinin piyasa toplumu projesi ile neo-liberalizmden yaşamı ve çıkarları zarar gören kesimlerin refleksleri arasına sıkışmış ve inandırıcı bir sol alternatif çıkmamasının sancılarını yaşayan bir Fransa gerçeğini çarpıcı biçimde ortaya seriyor.

SEÇİMİN ARİTMETİĞİ

Seçmen profiline yakından bakıldığında durum biraz daha netlik kazanıyor. Buna göre, Macron’a oy veren çoğunluğun, daha ziyade üst düzey devlet memurları başta olmak üzere, güvenceli işlere sahip, yüksek gelir grubuna mensup 65 yaş üstü seçmenler olduğu anlaşılıyor. Özetle, Fransa’nın şimdiki Cumhurbaşkanı orta-üst sınıflardan ve mekân bakımında da daha ziyade metropollerden oy alıyor.

Buna karşın, düşük gelir gruplarının oyları ise aşırı-sağ ve aşırı-sol arasında neredeyse eşit paylaşılıyor. Macron’un en az oyu bu kesimlerden aldığı yerde ise oyuna Le Pen giriyor. Seçim sonuçlarına bakıldığında Le Pen’in endüstri ve maden bölgelerindeki oy oranının hayli yüksek olduğu görülüyor. Aynı şekilde, asgari ücretle geçinenlerin büyük kısmı da Le Pen’i destekliyor.

Sol ise en çok oyu 35 yaş altındaki seçmenlerden alırken, en az oyu 65 yaş üzeri gruplardan alıyor. Solun emeklilerle arasının iyi olmadığı gerçeği ise üzerinde düşünülmesi ilginç bir diğer nokta.

Bu tablodan hareketle, Fransa seçimlerinin öne çıkardığı iki dikkat çeken olgu üzerine düşünülebilir. İlki, aşırı sağın yükselişi ve “sağcılığı” yine “sağcılıkla” yenme taktiği. En sonda söyleyeceğimizi hemen ifade ederek ilerleyelim: Acil çözüm bekleyen toplumsal sorunlar ve gerilimler, somut öneriler ve gerçekçi perspektifler sunan, sınıf siyasetine dayanan bir siyasi program ve eylemli muhalefet bağlamında örgütlenmedikçe, mevcut gerici sistemin “sandık-demokrasi” ikiliği içerisine sıkıştırdığı siyasal alan kaçınılmaz olarak sırtını yine “sağcılığa ve piyasacılığa” yaslayacaktır. Gerek Fransa seçimleri gerek Avrupa’da yükselen aşırı-sağcı dalganın önünün kesilememesinin nedeni tam da bu ikilik üzerine kurulu siyaset düzleminin devrimci müdahalelerle değiştirilemeyişinde yatıyor.

İktidar olma arayışlarının yalnızca seçimlere (sandığa) odaklandığı, onu ele geçirebilmek içinse hâkim sermaye düzeninin temel beklentilerine dayalı kar-zarar siyasetinden oluşan seçim odaklı konumlanış, en sağdan en sola kadar tüm partilere sirayet etmiş durumda. Dolayısıyla da seçmenin önüne gerçekçi hedefleri olan bir siyasi programdan ziyade, bütünüyle rakibinin vaatlerine göre şekillenmiş, aynı ekonomi-politik akılla konuşan ve “ben ondan daha iyiyim” ötesine bir şey öneremeyen çözümler (!) getiriliyor. Ya da yaramaz çocukları öcülerle korkutan ebeveynler gibi, “eğer beni seçmezseniz faşizm gelir” masalları anlatılıyor. Bu nedenle sağ partilerden sosyal demokratlara ve hatta yeşiller gibi sol-liberal partilere kadar tüm sistem içi politikalar güvenlik, göçmen meselesi gibi konularda benzer refleksler veriyorlar. Nitekim daha ilk turda, Fransa’nın NATO’dan çıkış tartışmasında, Komünist Parti adayı Roussel da diğerleri gibi “savaş konjonktüründe bu tartışmanın gereksiz olduğunu” söylemişti.

Siyasetin giderek sağcılaşmasının bir diğer sonucu da, -özellikle yoksul bölgelerde solun gerçekçi bir alternatif olarak kendini inşa edemediği yerlerde- biriken öfkenin güvenlik, savaş ve göçmen politikaları üzerinden aşırı sağda birikmesidir. Özellikle maden ve endüstri bölgeleri başta olmak üzere, Le Pen’in hemen her kesimde gözlemlenen oy artışı, sandık-demokrasi ikiliği bağlamında yeniden değerlendirilmek zorunda.

İkincisi -ve aslında sağcılık yarışıyla doğrudan ilgili olarak- mevcut sonuçlar bildiğimiz anlamdaki muhalefetin artık miadını doldurduğunun ilanıdır. Bu durum, bir yanıyla temsili demokrasi krizine işaret ederken bir yanıyla neo-liberal politikalara ve temsil ettiği düzene karşı yeni arayışları işaret ediyor. Geleneksel partilerin artık bir karşılığının olmadığını görüyoruz. Ne söylerlerse söylesinler ne vadederlerse etsinler, sözleri artık seçmende karşılık bulmuyor. Merkez sağ (LR/Pécresse) ve merkez sol (PS/Hidalgo) partilerin neredeyse bütünüyle erimesi durumun en çarpıcı kanıtı.

Özellikle ilk turun ardından başlayan üniversite ve lise işgallerinde, sokak protestolarında öne çıkan “Ne Macron ne Le Pen” sloganı da mevcut durumu ortaya seren ve eylemli muhalefette yükselen bir ses. En sağdan en sola kadar tüm partilerin geleneksel programları ve siyaset biçimi ile varlığını sadece seçimlere odaklamış, iktidardan farklı ciddi hiçbir öneride bulunmayan taktiklerin bilhassa da neo-liberal düzenin en büyük kurbanları, güvencesizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilmiş genç kitleler nezdinde bir karşılık bulmuyor. Dolayısıyla, sokakta biriken ve sisteme yönelen bu tepkilerin örgütlenmesi, öfkenin ekonomi politiğinin inşa edilmesi, sandıktan çıkan zaferden daha da önemli hale geliyor.

KISSADAN HİSSE

Özcesi, Fransa seçimlerini yalnızca tekil bir örnek olarak ele almamak gerekiyor. Sonuçları farklı gibi görünse de en son Macaristan’da yapılan ve Orban’ın göğüslediği zaferden bağımsız düşünemeyiz bu seçimleri. Benzer şekilde 2021’de neonazi Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yüzde 10 oy alması, İspanya’da aşırı sağco Vox partisinin 2019 seçimlerinde oylarını yüzde 15’e çıkarması, Finlandiya’da aşırı sağcıların güçlenmesi sağcılık yarışından ve sistemin iflasından bağımsız değerlendirilmesi mümkün değildir.

Boy vermeye başlayan sağcı dalganın önüne ancak güçlü, gerçekçi, sokağın talepleriyle birleşebilmiş sol bir cepheyle geçilebilir. Sandık kenara itilmeden ve ancak onu da besleyecek bir hareketi inşa ederek toplumun ezilen kesimlerini birleştiren bir yol haritası şarttır.

Aksi durumda son 30 yıldan beri kökleşmiş neo-liberal politikaların altını oyduğu “temsili demokrasi”nin ürünü popülist, otoriter rejimlerden kaçalım derken bu defa da aşırı sağcı neo-faşist partilerin kucağına düşmeye devam edeceğiz.