Milli hassasiyet sadece milli maçlarda tezahür etmiyor. Geçtiğimiz hafta Galatasaray – Fenerbahçe ve Beşiktaş – Sivasspor maçlarında stadyum hoparlörlerinden çalınan Mehter Marşı kulaklarımızı 90’ların faşizan lig iklimine götürdü

Futbol ne zaman kaybetti?

ÖNDER GÖKSAL

Futbol; milliyetçiliği, devrimi, kapitalizmi, sosyalizmi, sokağı, yoksulları, zenginleri, beyazları, siyahları, ırkçılığı, siyaseti, mafyayı, umudu, aşkı... kısacası her türlü duygu ve düşünceyi içinde barındırıyor. Ancak özellikle milli maçlarda can simidi gibi sarıldığı tek gövde milliyetçilik. Gelgelelim futbola şiringa edilen milliyetçilik aşısı artık eskisi gibi başarı getirmiyor.

Özellikle Türkiye benzeri ülkelerin anlık futbol başarılarında milliyetçilik argümanı oldukça büyük önem arz ediyor. Geçmiş yıllarda kuru bir milliyetçilikle gazlanan futbol seyircisi, endüstriyel futbolun getirisiyle(!) farklı bir boyut kazandı. Mili takımın maçlarının olduğu haftalarda görsel ve yazılı medyadan pompalanan reklamlarla menşei bu topraklar dışındaki popüler bir içecek markasıyla milli takım el ele veriyor. Milli duygular bir yığın şeker ve asit ile midemize boca ediliyor. Yine hiç Anadolulu olmayan bir yakıt firması reklamıyla Türk milli takımını desteklememiz salık veriliyor ve biz o yakıtla depomuzu doldurup “Avrupa Avrupa duy sesimizi bu gelen Türklerin ayak sesleri” demek için stadyumların yolunu tutuyoruz. Böylelikle milliyetçilik futbol ile cüzdanımıza kısa bir yolculuk yapıyor.

Bu milli hassasiyet sadece milli maçlarda tezahür etmiyor. Geçtiğimiz hafta Galatasaray–Fenerbahçe ve Beşiktaş– Sivasspor maçlarında stadyum hoparlörlerinden çalınan Mehter Marşı kulaklarımızı 90’ların faşizan lig iklimine götürdü. Bir İstanbul takımı bir diğer İstanbul takımını Mehter Marşı eşliğinde terbiye ediyordu. Yine başka bir takım galibiyetini mehter marşı ve tekbir sesleri arasında kutluyordu. Din ve milliyetçilik kol kola vermiş durumdaydı. Milli ve dini duyguları sergilemek için rakibin yabancı olmasına da gerek yok.

Futbolu doğru yönetmek

Her şeyde olduğu gibi futbolu doğru yönetmek de önemli. Artık ırksal bağlara dikkat etmeden milli takımlara monte edilen futbolcular ve milli takımlar futbol sahnesinde. Bu mantıkla oluşturulan takımlar hatırı sayılır birçok başarı elde etmiş durumda. Salt bir milliyetçiliğin başarı için lokomotif olduğu bilinci, yerini beynelmilel bir takımdaşlık duygusuna bıraktı. Fransa, 1998 yılında Dünya Kupası’nı havaya kaldırdığında Cezayir asıllı Zinedine Zidan takım kadrosundaki onlarca göçmene önderlik etti ve kupayı Fransa adına kazandı. Tarihinde faşizmin doruğunu yaşamış Almanya’nın 2010 Dünya Kupası kadrosunda 11 göçmen oyuncu vardı ve bu takım o sene dünya üçüncüsü oldu. Aynı Almanya 2014’te kadrosundaki hatırı sayılır göçmen futbolcuyla dünya şampiyonu oldu.

Son Dünya Kupası’nda İsviçre, Belçika, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi gelişmiş ülkeler kadrolarında bulundurduğu çok sayıda göçmen oyuncuyla milliyetçilik argümanını takım oluştururken kenara bıraktı. Takım motivasyonunda milliyetçilikten çok takımdaşlık ve başarı azmini baş köşeye koydu. Küçük yaşlarda din, dil, ırk, torpil gözetmeksizin genç yetenekleri eğiterek ülkelerindeki demografik ve ekonomik yapıya tamamen saygı duyarak ulusal takımlarını bu yönde şekillendirdi. Bu şekilde oluşturulan bir milli takım bütün ülkeyi kucaklayan bir milli takım olur elbette. Marsilya’nın yoksul sokaklarındaki Cezayirlileri yadsıyarak oluşturacağınız Fransa milli takımı ne kadar Fransa’yı temsil edebilir ki? Almanya’nın fabrikalarında çalışan yüz binlerce Türk’ü es geçerek Almanya milli takımı kadrosu yapabilir misiniz? Sömürgelerinden çalıştırmak için Ada’ya getirilen Afrikalıların torunlarını kenara iterek bir İngiliz milli takımı oluşturulabilir mi?

Ülkemizde durum yukarıda bahsi geçen ülkelerden elbette biraz farklı. Bizim eksiğimiz futbolcu yetiştiremeyişimiz. Yetiştirdiklerimizin de hem yetenek hem eğitim açısından kısıtlı olmaları hem de futbolun dünyasına ayak uyduramayışları. Son yıllarda aşırı şehirleşmenin getirisi ve ekonomik kaygılarla futbola yönelim de haliyle oldukça azaldı. Diğer yandan futbol da birçok kurumda olduğu gibi kayırmaların ve yandaşlığın had safhada yaşandığı yerlerden biri. Futbol alt yapılarına birilerinin selamını götürmeden oyuncu sokabilmek oldukça zor. Maddi olarak güçlü ailelerin çocukları futbol okullarına kolaylıkla girebilirken yetenekli çoğu çocuk tribünlerde oturuyor. Onca yetenek bu düzensiz çark içerisinde yok olup gidiyor. Mahalle aralarındaki halı sahalara hapsedilen futbol alt yapıları, futbolcu yetiştirmekten çok futbolcu olma umuduyla oralara koşan çocuklardan alınacak üç beş kuruşun hesabını yapanlarla dolu.

Avrupa Kupası elemelerinde Türkiye’ye üç gol atan İzlanda bizden çok farklı olarak yaklaşık 10 yıldır uyguladığı sistematik alt yapının meyvelerini almaya başladı. Bizim hatırı sayılır spor programlarımızdan birinde ise futbolculuk yıllarında milli takımın değişmez isimlerinden olan bir yorumcu, İzlanda’nın elle bile topu rakip sahaya götüremeyeceğini söylüyordu maçtan önce. Halbuki malum takım Dünya Kupası’nın kapısından baraj maçıyla dönmüştü. Kendileri için bu özel jenerasyonu yakalayan İzlanda, 90’lı yılların sonunda neredeyse her okulun hemen yanına suni çim sahalar konduruyordu. Ülke 22 bin civarındaki lisanslı futbolcuya UEFA A lisansına sahip 80, B lisansına sahip 270 hoca ile futbol dersi verdi. Bu 22 bin lisanslı futbolcunun 9 bin küsürünün kadın olduğunu da eklemekte fayda var. 2012 Mayıs ayında FIFA sıralamasında 131’inci olan ülke bugün 34’üncü sırada. Sanırım artık elle topu diğer kaleye götüremeyecek durumda olan biziz.

Futbolumuz ne zaman kaybetti?

Türkiye milli takımının başarısız sonuçlarından sonra, maçların neden kaybedildiğiyle ilgili yüzlerce yorumcu bin bir sorunu masaya yatırdı. Herkes neden kaybettiğimizi, neden dibe vurduğumuzu bulmaya çalıştı. Halbuki bunun cevabı son derece basit. Biz mahallelerdeki arsalardan futbol oynayan çocukları kovup o arsaların yerine koca koca rezidanslar dikince kaybettik. Biz kulüplerin futbol seçmelerinde rakip kaleye rövaşatayla gol atmış, üstelik kendi kalesine giren topu da çizgiden çıkarmış çocuğu görmezden gelip maçtan önce hatırı sayılır bir kodamandan hocaya selam getirmiş çocuğu seçtiğimiz gün kaybettik. Arsaların üzerine kondurduğumuz tel örgülü halı sahalarda parası olmayan çocukları dışlayıp, o çocuklara kenardan yaşı geçkin, parası bol göbekli şirket çalışanlarının maçlarını seyrettirmeye başladığımız gün kaybettik. Çocukların Beden Eğitimi derslerinde futbol oynayamayacağı okullar inşa ettiğimiz gün kaybettik…

Bu kadar çok kişinin futbol umudunu kırmışken futbol kazanır mı sizce? Umudunu kırdığınız onca insanın gelip sizi tribünlerden destekleyeceğini mi sandınız? Maç başlamadan stat dışına anons yaparak bile seyirci toplayamaz duruma bile düştünüz işte. “Haydi aslanlarım Türk’ün gücünü gösterin!” söylemiyle malum imparatorun verdiği taktik; zırhı, silahı, gücü, yeteneği olmayan bir yeniçeriyi(futbolcuyu) galibiyete taşıyamaz, fonda bar bar mehter marşı çalsa da para etmez.