“Aklını yitirmiş birinin kurşunlarıyla öleceksem gülümsemeliyim. İçimde öfke olmamalı.”

GANDİ: Gerçeğin gücü  ve  külleri

İLYAS TUNÇ

Sadece beyazlara ait 1. mevki bir kompartımanda oturuyordu. Kondüktör başucunda dikilip öfkeyle sordu:
-Senin bu vagonda işin ne?
-Çünkü biletim var, 1. mevki…
-Siyah kıçını kaldırıp 3. mevkiye geç; yoksa ilk istasyonda seni trenden atarım…
Güney Afrika’ya geleli henüz bir hafta olmuştu, 7 Temmuz 1893… Londra Barosu’na kayıtlı bir avukat olduğunu, Hintli bir şirketin davasına bakmak için Pretoria’ya gittiğini, biletinin kesildiği kompartımanda yolculuk etmesi gerektiğini söylese de dinletemedi. Gösterdiği direnç ilk istasyonda, Pietermaritzburg’da trenden atılmasına yol açacaktı.
Bu trajik olay, Mahatma Gandi’nin hayatında bir dönüm noktasıdır.
Gandi, trenden atıldıktan sonra istasyondaki loş bekleme odasına gider. İçerde beyaz bir adam vardır. Mevsim kış, vakit gece ve hava soğuktur. Korkusundan platforma fırlatılan bavulundaki paltosunu dahi isteyemez. Hindistan’a dönmekle Güney Afrika’da kalmak arasında düşünür durur. Tanrı’nın da yardımıyla kalıp mücadele etmeye, acı çekmeye karar verir. Kendi ifadesiyle sivil itaatsizliği fiilen o tarihten itibaren başlamıştır.
Martin Luther King’ten James Lawson’a, John Lennon’dan Aung San Suu Kyi’ye kadar çok sayıda sivil itaatsizi etkileyen Ghandi’nin Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik adlı makalesiyle tanışması ise Londra’da kaldığı yıllarda gerçekleşmişti. Makaleyi ona bir başka sivil itaatsiz, Henry Stephens Salt, önermişti, Farringdon Caddesi’ndeki bir kafede sohbetleri sırasında…


Güney Afrika’da 20 yıl
Gandi, bir yıllığına geldiği Güney Afrika’da tam yirmi bir yıl kalır. Siyahlara ve Hintlilere uygulanan ırk ayrımcı politikalar, onun Londra’da üyesi olduğu Etyemezler ve Teosofi derneklerindeki deneyimleriyle şekillenmeye başlayan sosyal ve politik bilincini burada daha da somutlaştıracaktır. Hintlilerin yaşadığı sorunların çözümü için çalışmalar yapar. 1894’te Natal Hint Kongresi’ni kurar. Böylece onları siyasi bir güç altında bir araya getirir. 1903’te Indian Opinion adlı bir gazete çıkarır. Adaletsiz vergilendirilmeye, geçiş izni yasasına, oy verme ve grev haklarının engellenmesine karşı Satyagraha adını verdiği bir hareket başlatır.
Satyagraha, Sanskrit bir sözcük, satya ve agraha… Gerçek ve güç; yani gerçeğin gücü! Gandi, pasif direniş eylemlerini kendi geliştirdiği bu felsefeye dayandırıyordu. İlk satyagraha eylemini ise 1906’da Transvaal hükümetinin çıkardığı Hintli nüfusu kayıt altına almaya zorlayan bir yasaya karşı gerçekleştirecekti.
Hükümet eylemleri şiddetli biçimde bastırsa da Hintlilerin yurttaşlık hakları konusunda bir kamuoyu oluşmuştur. Hatta, general Jan Christian Smuts, Gandi ile görüşmek zorunda kalır. Bu görüşme, 30 Temmuz 1914’te Indian Relief Bill’in parlamentodan geçmesiyle sonuçlanır. Yasa maddesine göre Hintliler, sözleşmeli işçilerin sicil vergisinin kaldırılması, geleneksel evliliğin yasallaşması, eyaletler arası geçiş belgelerinin iptali gibi kazanımlar elde ederler. Gandi de edinilen kazanımlar karşılığında Satyagraha hareketini sona erdirerek Hindistan’a döner. Daha sonra Güney Afrika Başbakanı olan Smuts, Gandi ülkeden ayrılırken “Aziz, kıyılarımızı terketti, ama ben onu daima saygıyla bekleyeceğim” diyecektir.
Hintlilerin Bafu diye hitap ettiği Gandi’ye yüce ruh anlamına gelen mahatma sıfatını arkadaşı Rabindranath Tagore’un yakıştırdığı söylenir. Nelson Mandela, Güney Afrika’daki özgürlük mücadelesinde ondan esinlenir. Trenden atılışının 100. yılında Pietermaritzburg’da dikilen heykelinin açılış konuşmasında ona duyduğu saygıyı dile getirir. Albert Einstein’ın Gandi’nin 70. doğum yılı nedeniyle gelecek kuşaklar ete ve kemiğe bürünmüş böyle bir insanın dünyamızda yaşadığına inanamayacaklar ifadesi ise bu saygınlığı doruğa çıkarır.
Ancak, biliminsanından sokaktaki insana kadar herkes tarafından saygı duyulan Gandi’nin bizzat saygı duyduğu, etkilendiği insanlar da olmuştu; İsa, Henry David Thoreau, Leo Tolstoy, John Ruskin… Kitabı Mukaddes, Bhagavadgita ile diğer Hindu metinler ise Ghandi’nin düşünsel kaynaklarıydı, bir de John Ruskin’in Sonuna Kadar’ı, bir de Tolstoy’un Tanrı’nın Krallığı İçimizdedir’i…


Tolstoy’a mektup
Özellikle, Tolstoy’un etkisi Ghandi’de çok belirgindir. İyi bir Tolstoy okurudur, onun Bir Hindu’ya Mektup’unu Gujatari diline çevirir. Ahlak, din, siyaset, şiddet karşıtlığı gibi konularda mektuplaşırlar. Naciz Kulunuz diye bitirdiği 4 Nisan 1910 tarihli mektubunda Gandi, Tolstoy’a şunları yazacaktır:
“… Bu mektupla birlikte size Gujarati dilinden çevirdiğim toplu yazılarımı gönderiyorum, küçük bir kitap. Hindistan hükümeti orijinaline el koymuştu. Çevirisini yayımlamakta bu nedenle tereddüt ettim. Sanırım size yük olmam; sağlığınız izin verir de kitaba bir göz atabilirseniz eleştirilerinizin benim için ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu anlayacaksınız…”


Hindistan yılları
Gandi, Hindistan’a döner dönmez bağımsızlık mücadelesine katılır. Hindistan Ulusal Kongresi’nin önemli liderlerinden biri olur. 1921’de yürütme görevini üstleneceği Kongre’yi elit bir örgütten herkesin katılabildiği geniş tabanlı bir örgüte dönüştürür. Güney Afrika’daki gibi İngiliz hükümetine karşı şiddet içermeyen uzlaşmazlık politikalarını, Satyagraha eylemlerini burada da yürütür. Kast sisteminin neden olduğu ayrımcılığı son vermek, kadınlara özgürlüklerini sağlamak, halkın sırtındaki ağır vergi yükünü azaltmak, işçilerin, köylülerin yoksulluğunu gidermek uğruna defalarca hapse girer, açlık grevlerine yatar.

Tuz yürüyüşü
Gandi, kendi ülkesindeki ilk başarılı eylemini Çamparan’da gerçekleştirir. 1917’de bölgeye gider, Çamparan Satyagraha Hareketi’ni başlatır. Hemen bir aşram kurar, insanları örgütleyerek köylerdeki kıtlıkla, yoksullukla savaşır. İki yıl içinde Çamparan, Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin çark göbeği olur. Gandi, aynı başarıyı Kheda’daki satyagraha hereketinde de yakalar. 1930’da düzenlediği Tuz Yürüyüşü ise onun uluslararası platformda tanınmasını sağlayan en önemli sivil itaatsizlik eylemi olacaktır.


Britanya İmparatorluğunun temellerini bununla sarsacağım!
Yürüyüş, 12 Mart’ta Ahmedabad’dan yetmiş sekiz kişiyle başlar. Katılanların hepsi beyaz renkli khadi giymiştir. Yol boyunca beyaz bir nehir gibi akarlar. İçlerinden biri bu yürüyüşe Beyaz Akan Nehir adını verir. 21 kilometre katettikleri ilk günün sonunda sayıları dört bini bulur. Morallerini yüksek tutmak için Gandi’nin en sevdiği Raghupati Raghav Raja Ram şarkısını söylemektedirler:
“Raghu sarayının başı, Efendi Rama
Düşenleri kaldıranlar, Sita ve Rama
Sita ve Rama, Sita ve Rama
Sevgilim, şükret Sita ve Rama’ya
Tanrı ve Allah da denilir onlara
Rabbim, bizleri bilgelikle kutsa.”
Yaklaşık dört yüz kilometrelik bir yol yirmi dört günde alınır. 5 Nisan günü Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi’ye vardıklarında katılanların sayısı elli bini geçmiştir. Gandi, yerden bir avuç tuzlu kum alarak tuz vergisinin kalkmasını isteyen kalabalığa şöyle seslenecektir:
-Britanya İmparatorluğu’nun temellerini bununla sarsıyorum!
Evet, Britanya imparatorluğunun temelleri belki sarsılmıştır; ancak Hintliler, bağımsızlıklarını kazanmak için on yedi yıl sonrasını, 1947’yi beklemek zorunda kalacaklardır. Tuz Yürüyüşü Gandi’nin ve 60.000 kişinin tutuklanmasıyla sonuçlansa da İngiliz yönetiminin görüşmeler yapmayı kabullenmesi açısından önemlidir.  Tuz vergisi ise bağımsızlıktan bir yıl önce kurulan geçici hükümet zamanında kalkar.
Gandi, Hindistan’ın bölünmesine karşıydı. Hintlilerin ve Müslümanların tek bir ulusun çatısı altında yaşayabileceğine inanıyordu.
Yönetmenliğini Richard Attenborough’un üstlendiği 1982 yapımı Gandi filmindeki sahnelerin birinde Gandi’nin Muhammed Ali Cinnah’la görüşmesini istemeyen Hintliler, onun yolunu keserler:
-Bafu, bunu yapma!
-Yapmamı istemediğiniz şey ne? Bay Cinnah’la görüşmeyeyim mi? Ben bir Hindu’yum, bir Müslüman’ım, bir Hristiyan’ım, bir Yahudi’yim. Hepiniz öylesiniz…
Ancak, Gandi bölünme taraftarı Cinnah’ı ikna edemeyecek, Hindistan toprakları  Ağustos 1947’de Hindistan ve Pakistan olarak bölünecek, bir ay sonra da iki ülke Keşmir sorunu nedeniyle savaşacaktı. Bu, Gandi’nin şimdiye dek yaşadığı en büyük trajediydi; fakat onun hatası değildi.


Gandi’nin hataları ve eleştiriler
Hataları var mıydı Gandi’nin? Eleştirilen taraflarına bakılırsa belki…
1906’da, Güney Afrika’dayken, Zulu isyanı sırasında Indian Opinion’da Hintlilerin İngilizlerden yana savaşa katılmaları gerektiğini yazmıştı. Böylece, İngilizlerin Hint kökenli askerlere rütbe vermesiyle vatandaşlık hakları kazanabileceklerini düşünüyordu. Olmadı! Çünkü İngilizler, Gandi’nin önerisini Hintlilerin sadece sedye taşıyıcılığı yapması, yaralıları tedavi etmesi koşuluyla kabul edecekti.
1942’de Hindistan’dan Gidin hareketi sırasında ortaya attığı karenge ya marenge; yani öl ya da yap sloganı ise kitlelerce yanlış anlaşılıp şiddete yol açmıştı. Kuzey bölgelerdeki olaylar sırasında hükümet binalarına sabotajlar yapılacak; yüz sekiz polis karakolu dokuz yüz kırk beş postane, üç yüz otuz iki tren istasyonu hasar görecek, 90.000’nin üzerinde Hintli tutuklanacaktı.  
1946 yılı da Gandi’nin, Hindistan Ulusal Kongresi’nin ve Müslümanlar Birliği’nin eleştiri yağmuruna tutulduğu bir başka yıl olmuştu. Hindistan Ulusal Ordusu’nun üç askeri, Japonlarla birlikte İngilizlere karşı savaşması nedeniyle tutuklandı; ancak halkın başkaldırısı sonucu salıverildi. Kabaran ulusal duygular, Britanya Hindistanı Deniz Kuvvetleri’ndeki Hintli gemicileri de etkilemişti. Bombay’da başlayan grev ve isyan bütün ülkeye yayılarak yetmiş sekiz gemiyi, yirmi sahil tesisini, 20.000 gemiciyi kapsayacaktı. Gemiciler, Ulusal Kongre’nin, Müslümanlar Birliği’nin, Komünist Parti’nin bayraklarını açarak ulusal birliği sembolize ediyorlardı. Ancak, duruma yalnızca Komünist Parti sahip çıkacak, Gandi ve diğerleri ise isyancı gemicileri kınayacaktı. Bu arada, isyanı destekleyen Kongre üyelerinden biri düşüncelerini dile getirir:
-Hintlilerin ve Müslümanların anayasal cephede birleşmesinden ziyade barikatlarda birleşmesini tercih ederim. Bu, daha onurlu bir davranış olur.
Gandi karşılık verir:
-Barikatlarda birleşmek onurlu bir davranışsa anayasal cephede de birleşme olmalı!
Gandi, asıl adıyla Mohandas Karamçand Ghandi, 2 Ekim 1869’da Porbandar’da doğdu. Vaişya; yani çalışanlar kastına mensuptu. Utangaç ve içedönük bir çocukluk yaşadı. Tek arkadaşı dersleri ve kitaplarıydı. Yine de ortalama bir öğrenciydi. On üç yaşında Kasturba Makhanji ile evlendi; ailesinin isteğiyle… Beş çocukları oldu, biri bebekken öldü. Etten, alkolden, seksten ve canlılara zarar vermekten hep uzak durdu. Hukuk eğitimini İngiltere’de, University College London’da aldı. 1891’de mezun oldu, Hindistan’a döndü. Avukatlık, öğretmenlik, arzuhalcılık yaptı.  İki yıl sonra Güney Afrika’ya gitti. Gandi, bütün hayatını otobiyografik bir kitapta içtenlikle kaleme aldı: Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü.
 Doğrulukla olan deneyimlerinden birini Gandi, lise yıllarında yaşamıştı:
Bir gün eğitim müfettişi Mr. Giles sınıfa girer, heceleme çalışması olarak telaffuz ettiği beş sözcüğü yazmalarını ister. Sözcüklerden biri ‘kettle’dır. Gandi yanlış yazar. Öğretmen yanındaki arkadaşının yazı tahtasına bakması için ayaklarıyla onu dürter. Fakat o, öğretmenlerin kopya çekmeye izin vermeyeceği düşündüğü için durumu kavrayamaz. Sonuçta, herkes bütün sözcükleri doğru yazmıştır, ömrü boyunca kopya sanatını hiç beceremeyen Gandi hariç…
Gandi, karşıtları tarafından modernism düşmanı, gelenekçi, burjuvazinin maskotu gibi sıfatlarla eleştirildi. Hatta, ölüm oruçlarına sorunlardan kaçmak için sığındığını söyleyenler de vardı, aşırı ulusalcı olması nedeniyle Nobel Barış Ödülü’nü alamadığını söyleyenler de… Oysa, ne yaman bir çelişkiydi ki 1938’de Hitler’le birlikte Gandi de ödüle aday gösterilmişti! Bu durum, her iki dünya savaşının da sorumlusu olan Avrupalıların verdiği Nobel’in değerini sorgulamaya yetiyordu! Aslında, uğrunda ölümü göze alabileceğim birçok dava var ama uğrunda öldüreceğim hiç bir dava yok diyen Gandi, yeryüzü halklarının yüreğinde bir barış ikonu olarak çoktan yerini almıştı. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler 2007’de aldığı bir kararla Gandi’nin doğum günü olan 2 Ekim’i ‘Dünya Şiddete Hayır’ günü olarak ilan edecekti. Ama, küresel kokuşmuşluktan, küresel ikiyüzlülükten Birleşmiş Milletler de payını almıştı. Genel Kurul’da veto hakkı olan beş ülke dünyanın en büyük silah üreticileri, silah ihracatçıları değil miydi? Filistin’den Afganistan’a Kongo’dan Keşmir’e dek yeryüzünü kan gölüne çevirenlerin destekçileri hangi ülkelerdi, kimlerdi? Ülkemizde ise iktidar sahiplerinin tehditkâr söylemleriyle, verilen mahkeme kararlarıyla, çıkarılan yasalarla şiddet özendirilmiyor muydu? Şiddeti ve iktidarı birbirinden bağımsız düşünebilir miydik?


Sözünü tutarak öldü...
Mahatma Gandi de bir şiddet kurbanı olarak hayatını kaybetti, 30 Ocak 1948’de… Dua toplantısı için Birla House’un bahçesine çıkıyordu; saat 05.00 sularıydı. Kalabalığın arasından otuz yaşlarında biri fırladı; Nathurem Godse. Katil Godse eğildi, Gandi’yi selamladı, birkaç metre geri çekildi ve onu vurdu…
- Oh Ram!
Gandi’nin son sözleriydi; aman Tanrım… Daha önce bir kaç kez suikast teşebbüsüne uğramış; ancak kurtulmuştu. Bir keresinde şunları söylemişti:
“Aklını yitirmiş birinin kurşunlarıyla öleceksem gülümsemeliyim. İçimde öfke olmamalı. Tanrı yüreğimde ve dilimde olmalı.”
Verdiği sözü tutmuştu Gandi.
Yakıldı, külleri ülkesindeki nehirlere atılması için bütün eyaletlere gönderildi.
Külden tuz çıkaramazsınız. Ama, nehirlere atılan küllerin eninde sonunda okyanusların tuzlu sularına karışacağını herkes bilir. Gandi’nin külleri de Hint Okyanusu’nun tuzlu sularına, oradan yeryüzü atmosferine çoktan karışmış olmalı ki bunca şiddet arasında barış için, özgürlük için, eşitlik için korkusuzca mücadele eden insanlar hâlâ var.