Güneş dağın ardına çekiliyor. Gün batımı. Gölgeler uzamış. Uzak bir menzilden yavaş yavaş gelen buharlı kara tren eteklerinden geçiyor dağın. Yorgun. Dumanı yoğunlaşmış soğukta.

Geçmiş uzun sürer
Yalçın Gökçebağ’ın bir kış resmi.

İbrahim Karaoğlu

“Geçmişe doğru açtım zamanın penceresini; hayatımın her evresini dolanarak çocukluğuma doğru giden yolların içinden geçtiği resimlerime…

Ardımdaki geçmiş bu sergi. Dönüp geriye baktığımda hatırladıklarım. Unutamadığım mekânlar; mevsimlerin duru, ışıklı, renkli aydınlığında yaşadığım heyecanlar; hatıralarla yüklü tuvallerimin içi. Doğadaki ışığın, gölgelerin, çizgilerin, renklerin ve anlatmak istediğim her şeyin dilimin ucundaki kelimeleri bu tuvallerdeki.

Bulutları, kuşları, rüzgârları, bahçeleri, ağaçları, meyveleri, tarlaları, buğdayları, otları, bağ bozumlarını, harman zamanlarını, çocukluk oyunlarını ve hayallerimi ne çok sevdiğimin, ne çok özlediğimin görsel hafızası bu resimlerimin içinde uyuyan” diye tanımlıyor ressam Yalçın Gökçebağ, İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Geçmiş Uzun Sürer” adlı retrospektif sergisini. Onun haiku gibi tanımladığı sergi; resminin kalbi olan doğanın, insanın ve mevsimlerin uzun, derin öyküleriyle yüklü pastoral bir senfoni aslında. Her resmi düşlerimize dokunarak dolanıyor onun senfonisinin içinde. 23 Temmuz’a kadar devam ediyor bu görsel şölen. “Göz dinler” der Paul Claudel, siz de dinleyin Yalçın Gökçebağ’ın yaşam dolu pastoral senfonisini.

Bu sergi bağlamında, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Geçmiş Uzun Sürer” adlı Yalçın Gökçebağ kitabını yazarken, çocukluğundan bugüne her mevsimin onun yaşamındaki karşılığını ve anlamını sorgulayan bir görsel okumayı esas aldım. Bu yazımda, kış mevsiminin sessizliğini unutulmaz bir görsel senfoniye dönüştürdüğü resimlerini anlattım Gökçebağ’ın.

Bir daha hiç dönemeyeceği uzak bir güneş bahçesi çocukluğu ve ışıl ışıl gülümsüyor resimlerinde.

Sırları hiç dökülmemiş, içi derin, anılarla yüklü eski bir aynanın içinden tuvallerine yansıyanlar; pulsuz, zarfsız birer mektup gibi. Çocukluğuyla birlikte yiten, eksilen ne varsa onları unutmama resimleri bu mektuplar. Her birinin içinde en eski sureti, gözlerimize bakıyor. Göz göze geliyoruz her resminde; hayatımızdan eksilmiş şeylere dokunuyor bakışlarımız.

Özlediği zamanları, mekânları, mevsimleri, sözcükleri renklerle tercüme ederek boyuyor resimlerini. En masum duyguları, hevesleri, imgeleri, heyecanları; her şeyi orada rengârenk; sevgiyle, umutla mühürlenmiş. Oradan bakıyor; hayallerinin tutkuya dönüştüğü yerden…

Geçmişin mevsimlerini geri getiremiyor ama yakınlaştırıyor, duyumsatıyor, sezdiriyor içinden baktığı resimleri.

Kış resimleri…

Onlarca çocukla birlikte, Zeyve’de, donmuş bir gölün -Küçücük bir göl. Adı, Kocagöl- üzerinde oynuyor. Yılın zor zamanları; ayaz, kar. Her kar tanesi bir hatıra. Her şey kardan almış rengini, doğaya hükmetmiş beyaz. Karda küçük ayak izleri var; düşleri, umutları büyük çocukların. Bulutlara doğru uzanan, dalları güzden kalma kuru, sarı yapraklı, sıralı kavak ağaçlarının uzun, ince gölgeleri düşmüş kardaki ayak izlerinin üstüne. Kış rüzgârı geçiyor dalların arasından. Kavaklar da çocuklar da umut bu resimde. Ve çocukların taşra yalnızlığını dağıtan çığlıklarıyla, gülüşleriyle boyanmış gölün buzdan sureti…
Babasının öğretmenlik yaptığı köy Zeyve. Orada doğmuş. Zeyve, çocukluğu; mutlu, masum, yitik cenneti. Denizli’nin Çal ilçesine bağlı, dağ başında bir köy; susuz, ağaçsız. Afyonkarahisar’dan doğup, Ege’yi büklüm büklüm dolaşarak denize dökülen Büyük Menderes’in yukarı havzasında Zeyve. Irmak aşağılarda derin bir vadiden aktığı için su uzaklarda. Kuyulardan sağlanıyor içme suyu. Gazyağı tenekelerine doldurularak eşeklerle taşınıyor çok uzaklardan…
Bir başka kış resminde yine sık dallı kavak ağaçları… Neresinde su varsa bozkırın orada kavak ağaçları…Ağaçların yakınındaki bir kuyunun önünde, bir eşeğin üzerinde duruyor… Kuyunun yanında, derinliği kadar uzunluktaki ucu çatallı bir dikmenin üzerine tahterevalli yerleştirilmiş; ucunda zincire bağlı kovasıyla uzun bir çıkrık duruyor. Kuyudan çıkartılan suyu içiyor eşek. Çıkrığın çıngırak sesi dolanıyor resmin içinde…

Kış hiç bitmiyor sanki, en uzun mevsim onun resimlerinde. UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) tarafından “dünya çocuklarına iyilik” konsepti kapsamında, İsviçre’de kartpostal olarak basılan ve dünyanın dört bir yanına ulaşan resminde de mevsim kış; “Güneşli Bir Kış Günü” adı. Doğanın gizemli bir gülümsemeye dönüşen bembeyaz sessizliğiyle dolu resmin içi; Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Kar ve hatıralar” şiirini duyumsatıyor; “Beyaz bir sükût işte; kar…”
Eşsiz mevsimlerinden biri kış; çoğu resimleri bu mevsimin içinde uyuyor. Her şeyin mutluluk olduğuna inanmış; kış da öyle bir şey; onu mutlu eden, kıvandıran bir iksir gibi.

“Doğduğum Köy” adlı resminde de bitimsiz bir bir kış telaşı var. Kerpiçten yapılı, düz damlı evler; kışın ısınmak için duvarlarına yapıştırılmış tezekleri, ahşap pencereleri, kapıları birbirine benziyor ve bu evlerin hafızasındaki izlerini kışla boyamış. Yan yana, omuz omuza evler; birbirleriyle fısıldayarak konuşuyorlar sanki. Evlerin damı killi toprak. Eriyen kar suları ve yağmur içine akmasın diye evlerin, kadınlar silindirik loğ taşını yuvarlaya yuvarlaya toprağını sıkıştırıp düzlüyorlar damların. Evlerin önünde kadınlar, çocuklar, eşekle gelip geçenler, tarla ve bahçe işlerinde kullanılan at arabaları, koyunlar, inekler, kağnılar, kavak ağaçları… Yaprakları iyice sararmış kavakların, dökülmeye başlamış. Kışın zor geçtiği yerlerde böyle olurmuş; yapraklarını erken dökermiş kavaklar…
Kara trenler… Telgraf direkleri… Kuşlar…

Güneş dağın ardına çekiliyor. Gün batımı. Gölgeler uzamış. Uzak bir menzilden yavaş yavaş gelen buharlı kara tren eteklerinden geçiyor dağın. Yorgun. Dumanı yoğunlaşmış soğukta. Vagon tekerleklerinin sesleri, istasyondaki kampana sesi, boğuk sesine karışıyor sanki trenin. Ve çocukluk günlerinin içinden gelip resimlerinin orta yerlerinden geçen trenlerin her biri çocukluk hayallerinin sınırını çizen ufukların ötesindeki başka hayatları hatırlatıyor; gidip dönmeyenleri, gelip kalanları, gidemeyenleri, üzülenleri, kederlenenleri, sevinenleri, ağlayanları, gülenleri… Kompartımanların solgun ışıkları… Rüzgârların savurduğu karları önleyen ahşap kar çitleri. Çitlerin, çalıların kuytularında biriken karlar…Tellerine kuşlar konmuş, beyaz fincanlı telgraf direkleri; ıssızlıkları, yalnızlıkları, sessizlikleri ve özlemleri bekliyor. Tellerine dokunan rüzgârların ıslığını gönderiyorlar kara trenlere; şair Metin Altıok’un “Ah o telgraf direkleri/telgraf direkleri” mısrasını üç kez tekrar ettiği şiirindeki özlemi… Demirle kaplı ahşap tekerlekleri ve dingil üzerindeki kasaları rengârenk boyanmış, folklorik resimli at arabaları; koşum takımları geleneksel motiflerle süslenerek resimlenmiş atlar; giysileri renk cümbüşü insanlar… Sığırcık sürülerinin gökyüzündeki ahenkli dansları… Hayvan otlatan çobanların, omuzlarından diz kapağına kadar uzanan kolsuz, dikişsiz, keçeden yapılmış ak kepeneklerinin üzerlerindeki Türkmen motifleri… Bulutların arasından süzülen kış güneşinin altında, karla kapanmış yollarda art arda dizilerek; at arabasıyla, eşekle, yaya yürüyerek giden kadınlar, yaşlılar, gençler, çocuklar… Kocaman, ulu bir adak ağacının yere yakın dallarına asılmış rengârenk adak mendilleri. Karda açan çiçeklerin süslü bakışları…

Pastoral bir kar masalı kış resimleri, çocukluk cennetinin bahçesi. Hayallerini, yaşadıklarını, gördüklerini, göremediklerini, sesleri, renkleri, imgeleri bekliyor resimlerinde…

Not: 29 yıl önce bugün, Sivas’ta, dostlarımı/kardeşlerimi yakan ortaçağ yangınının ateşi hâlâ yakıyor içimi. Birkaç gün önce geçtim Konur Sokak’tan. Metin ve Behçet Ağabeylerle, Asaf’la sık sık buluştuğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin önünde durdum. İçimdeki kanayan yere dokundu anıları. Sevgiyle, özlemle anıyorum her birini…