Feci şekilde mahcup

Feci şekilde mahcup olmama ramak kaldıydı geçen haftaki yazımın ilk satırları nedeniyle.

 “Siz bu satırları okurken muhtemelen konferans ya başlamış, ya da sürüyor olacak. Bu kez başlamama ya da tekrar ertelenme durumu olacağını hiç sanmam'' diyordu tam bir kesinlikle, “Ertelemenin dayanılmaz ağırlığı'' başlıklı yazımın ilk satırları. Ama perşembe günü aldığımız bir son dakika haberi “Buranın Türkiye olduğunu, Osmanlı’ dan kalma entrikaların hiç bitmeyeceğini” bir kez daha gösteriyordu.

 İstanbul 4. İdare Mahkemesi kendisine yapılan bir başvuruyu dikkate alarak konferansın yapılmasını durduruyor, ayın 19’unda aldığı kararı da konferansın başlamasından bir gün önce 22 Eylül Perşembe günü, tam da mesai saatinin bitiminde, Boğaziçi ve Sabancı Üniversitesi yetkililerine tebliğ ediyordu.

 Ha ki vedalaşmıştık.

 Bizler ise, aynı gün öğleden sonra hazırlık komitesiyle birlikte toplanmış, ertesi gün başlayacak olan konferansın son hazırlıklarını ve ayrıntılarını gözden geçirmiş, “Sabah erkenden Boğaziçi’nde buluşmak üzere” vedalaşmıştık.

 Ne var ki daha evimize varmadan, İstanbul trafiğinin ortasında öğrenmiştik durdurma kararını.

 Benimle ilk dalgasını geçen de taksideyken arayan oğlumdu. O da bazı okurlarımız gibi cuma günü bayilere verilen AGOS’u perşembe akşamından okuma şansına sahip olanlardandı ve çok haklı olarak “Babacığım Guiness Rekorlar Kitabı’na geçebilirsin bu kadar süratle kendini çürüten bir yazı kaleme aldığın için” diyordu.

 YIKILDIĞIMIZ AN
Çoğumuz ilkin inanmadık, yeni bir bilgi yanlışlığına, günlerdir bilhassa yaratılmaya çalışılan bilgi kirliliğine yorduk.

 Niye ki, aynı gün bir benzer bilgi kirliliği televizyon haberlerine zaten yansımış, konferans katılımcılarının Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Valiliğe ve Savcılığa başvurarak güvenliklerininin sağlanmasını talep ettikleri dile getirilmişti. Oysa böyle bir durum yoktu.

 Söz konusu makamlara iletilmiş bir dilekçe vardı ancak bu konferansı hazırlayanlarla ilgili değildi. Yurtdışından değişik üniversitelerden 60’ı aşkın akademisyen, Türkiye’nin değişik makamlarına gönderdikleri bir dilekçeyle, Türkiye’de son dönemde yaşanan antidemokratik uygulamalara işaret edip, Baskın Oran, Hrant Dink ve Orhan Pamuk aleyhine açılan davalara dikkat çekmiş ve Ermeni konferansını engellemeye yönelik çabaların durdurulması nı ve konferansın özgür ve güvenlikli bir ortamda gerçekleşmesini talep etmişlerdi.

 Bu haber de öyle olmalıydı!

 O nedenle de “Olsa olsa böyle bir bilgi karmaşasıdır” dedik ilkin. Lakin kısa sürede birbirimizle kurduğumuz temaslardan sonra öğrendik ki gerçek.

 Tabii ki hepimiz yıkıldık.

 AMA PES ETMEYECEKTİK
  Perşembe akşamı değişik gruplar halinde değişik mekânlarda yapılan toplantılardan çıkan karar ortaktı. Bu konferansı yarın değilse öbür gün muhakkak yapmalıydık.

 Cuma sabahı geniş bir katılımla bu kez sabahtan tekrar toplandık.

 Önümüzde esas olarak çok da alternatifimiz yoktu.

 Boğaziçi ve Sabancı Üniversiteleri elbette mahkeme kararına rağmen kendi mekânlarında bu konferansı yapmayı göze alamazlardı. Mahkemenin kararını yanlış bulsalar da ona uymak zorundalardı. Onların itiraz etmesi elbette mümkündü, zaten itiraz için harekete de geçmişlerdi ancak itirazın sonucunu hemen almak kabil olamayacağından başka yol bulunmalıydı.

 AMA BİZ DE OSMANLIYDIK
Geriye kalmıştı tek yol ve o tek yol da zaten mahkemenin teknik bir hatası sonucu önümüze bir kapı açıyordu. Mahkeme üç üniversitenin birlikte düzenlediği konferansı durdurma kararını bir şans eseri sadece iki üniversiteye tebliğ etmiş, Bilgi Üniversitesi’ne tebliğ etmeyi unutmuştu.

 Dolayısıyla mekânın yerini değiştirerek konferansı ertesi gün Bilgi’de pekâlâ yapabilirdik.

 Eh sonuçta sadece onlar değil, bizler de Osmanlı geleneğinden geliyorduk, iyi kötü biz de alengirlik gerekiyorsa pekâlâ başarabilirdik... Öyle ya, yeter ki insan tenezzüle zorlanmasın.

 Hatta gerekirse bir iki kelime konferansın adını da değiştirebilir ve eğer uyanır da tebligatı oraya da göndermeye teşebbüs ederlerse, son çare olarak “Bu konferans sizin o kastettiğiniz değil” diyebilirdik.

 Ama o kadar etik dışı bir davranış da bize yakışmazdı, dolayısıyla adını değiştirmeden Bilgi’de yapma fikrinde uzlaştık ve düzenleme komitesinin imzalarıyla Bilgi Üniversitesi Rektörlüğü’ne saat üç gibi başvurduk.

 Saat üç dediğime bakmayın, Bilgi zaten dünden hazırdı ve kararlıydı.

 Bizim derdimiz basını biraz oyalamak ve Bilgi’de yapma kararımızı cuma akşamı mesai saati bitimine doğru kamuoyuna açıklamaktı.

 Ne yapacaksınız işte, çocuksu da olsa tedbir tedbirdir.

 YUMURTAYA CAN KURBAN
Ve ertesi gün işte, konferans nihayet başlıyordu.

 Onca gün koparılan gürültüye oranla çok az sayı da protestocunun (en kalabalık halleri yüz kadar) üniversite önüne gelmesi, bunların sayısının bir avuç sayılabilecek kadar kalması ise bizler açısından en şaşırtıcı ve en sevindirici olandı.

 Şu belliydi ki İdare Mahkemesi’nin aldığı yanlış karar, Türkiye’nin çok büyük bölümünde “Bu kadar da olmaz” noktasında demokratik bir ittifaka yol açmıştı. Bu tür antidemokratik engellere Ermeni sorunu da olsa gerek yoktu.

 Salon dışında yaşanan yumurta domates komedisi ise işin tuzu biberiydi. Sonuçta hiç de fena bir eylem değildi. Bir yanıyla ortamın gerginliğini hiçleştiriyordu. Üstelik Murat Belge’nin dediği gibi “25 yıl önce, bu gibi şartlarda kurşun ve bomba atanların bugün çıtayı domates yumurtaya indirmesi dahi Türkiye demokrasisinin vardığı bir ilerlemeydi ve hiç de fena değildi.”

 BİRAZ ÜRKEKLİK
Konferans öncesi yaşanan tüm bu gerginliklerin konferansın içeriğini ne denli etkilediğini bilmem elbette mümkün değil.

 Ama şu soru da sorulabilir pekâlâ: Yerli ve yabancı basının gözü bu kadar üzerindeyken tebliğ sunan birinin biraz daha dikkatli olma diye bir kaygısı olabilir mi? Doğrusu bu konuda tebliğ sunanlar adına konuşmak mümkün değil. Ne var ki bir miktar dikkat özen ve hatta ürkekliğin tebliğlerin sunuluş biçimine yansıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

 Gerçi bunda da hiç mahzur yok hatta ziyadesiyle de yarar var. Sonuçta, Türkiye’nin en zor tabularından biri ele alınıyor ve bu tabu konuya taraf kimlikleri sarsacak nitelikler taşıyorsa, bu sarsıntıyı yıkmadan aşmanın bir üslubunu bulmak şart.

 UNUTULANLAR
Konu taraflar ve üsluba gelmişken de konferans öncesi ve sonrası çok tartışılan “Karşı görüştekileri çağırmadılar'' serzenişine değinmek gerekiyor.

 Evet bu “Kimlerin çağrılması, kimlerin çağrılmaması'' konusu sanıyorum çok yönlü sıkıntı yaratmış durumda.

 Kendi adıma örneğin Neşe Düzel, Umur Talu, Kadir Cangızbay, Celal Başlangıç, Rıdvan Akar ve benzerleri gibi, konuyla bugüne kadar yakından ilgilenmiş aydınların da oraya çağrılmış olmasını çok arzu ederdim. Ama demek ki ya anımsanmadılar ya da onlar gelemediler.

 Asıl sorun olan karşıt görüştekilerin niçin çağrılmadığı bahsine gelince...

 ÜSLUPSUZ OLMUYOR
Kabul etmeliyiz ki çok zor bir konu üzerinde konuşuyoruz.

 Karşılıklı olarak olan biteni siyah ve beyaz olarak algılayan ve açıklayan taraflar var. Üstelik bu açıklamalarını yaparken de hayli özensizler ve acılı bir tarihin konuşulmasına yakışmayacak bir üslup içerisindeler. Bir iki cümlenin ardından ya birbirlerini hainlikle suçluyor ya da birbirlerini aşağılıyorlar ve bu haliyle sorunu daha da acılaştırıyorlar.

 Nitekim bunu konferansta da yaşadık. Konferansa katılabilmeyi başaran Turkish Forum’dan Fatma Sarıkaya’nın daha rektörlerin hoş geldin konuşmasıyla birlikte başlayan provokatif sataşmaları, ya da davet edilmediği halde “Ben profesörüm” diye kapıdakileri bir şekliyle ikna edip yaka kartı alabilen ve katıldığı ilk oturumda da kendisine verilen soru sorma süresini çaraçar ve inadına insanlara hakaret etmek için kullanan Prof. Gürhan Çuhadaroğlu’nun tutumu bunun en belirgin örnekleriydi.

 Sonuçta bu konferans da bir kez daha gösterdi ki karşı taraflar yan yana gelmeden önce kendi aralarında bir üslup antrenmanı yapmaları ve bu üslubu da muhakkak yaratmaları gerekiyor.

 ÖNCE KONUŞABİLENLER
Karşı tarafların birbirine yakınlaşmaları nasıl olacak?

 Bu sorunun cevabı kolay olmayabilir ancak gayrı mümkün hiç değil.

 Türkler’le Ermeniler’in bu konuda karşıtlığını şimdilik bir kenara koyalım ve geçelim Türkiye içindeki karşıtların konumuna. Önce karşıtlık dediğimiz nedir, onu oturtalım:

 Resmi tez ve bu tezin blokajı altında olanlar bir yanda, resmi tezin blokajında kalmayanlar ve özgür sorgulama yöntemleri kullananlar diğer yanda.

 Diğer bir deyişle tarihe bakış açısında statükocu ve muhafazakâr bakanların karşısında değişimci ve devrimci bakanlar. Tabii bunların kendi içlerinde de ton farklarından kaynaklanan bir sıralama içinde olmaları çok doğal.

 Bugüne kadar ise ön sırayı hep en sertler en siyah ve en beyaz düşünenler aldılar. Arkadaki daha ılımlı gri renklere fırsat tanımadılar ve bu sayede de karşılıklı koşullanmalarında aralarındaki arayı sürekli birbirlerine uzak bir mesafede tutmayı başardılar.

 NİÇİN ÇAĞIRMADILAR?
Son konferans gösterdi ki özgür davranabilen tarihçilerin arasında ne denli görüş farkları olsa da bir süredir yaptıkları çalışmalarla ortak bir üslup geliştirebilmişler. En azından sorunu aşağılamıyorlar, en azından yaşanan acıların farkındalar ve bu farkında oluşun üslubuyla konuyu ele almaya özen gösteriyorlar.

 Resmi tezin blokajı altında kalanların çoğunluğu arasında ise ne yazık ki bu konuda ne bir gayret ne de arayış var.

 Halen konuşurken ya da yazarken en ıstırap verici kelimeleri ve sıfatları kullanmaktan çekinmiyorlar.

 Bu da karşıdan bakıldığında onların soruna saygılarının olmadığı izlenimini doğuruyor.

 Dolayısıyla hem bu üslubu kullanmak hem de “Bizleri niçin konferansa çağırmadılar?” diye itiraz etmek hakikaten anlamsız kalıyor.

 ÖNCE KENDİ ARAMIZDA
Bu da gösteriyor ki bu kesimin ilkin kendi içinde soruna etik yaklaşan ve karşı tarafın duruşuna empatik göndermeler yapabilen bir üslup geliştirmesi gerekir. En azından bu üslubu geliştirebilenlerin öne çıkması ve karşı tarafla diyaloga geçmesinde yarar var. Sonuçta öndeki örneklerin kendi aralarında belli bir üslup tutturabildiğinde konuşabiliyor olacağını görecek, arkadaki sertler de bu örneklerin etkisiyle yumuşayabilecek ve konuşmaya katılabilecekler.

 Demek ki Türkler’in Ermeniler’le konuşmaya başlamadan önce kendi aralarında sistematik bir konuşma sürecine ihtiyacı var.

 Muhtemelen Ermenilerle diyalogda kullanılacak özenli üslup da bu süreçten çıkacak.

 KORKULARIMIZDAN SIYRILDIKÇA
Dünyanın bu konferansa gösterdiği ilgiyi küçümsememek gerek. Çünkü bu ilgi Türkiye’nin nasıl bir dönemeçten geçtiğine işaret ediyor.

 Konferansın içinden baktığımızda, yaşadığımız iki yoğun gün, Türkiye’de önemli bir dönüm noktasının yaşandığını çok net gösteriyordu, sanki Türkiye kendi zihinsel duvarlarından birini daha yıkıyordu. Hem de en yüksek duvarlarından birini...

 Asıl önemli olan ise herkesin bunun farkında olmasıydı.

 Evet şu muhakkaktı ki artık bundan böyle Türkiye’de Ermeni sorunu daha cesur konuşulan bir hüviyet kazanacaktı.

 Yeni sesler yeni açılımlar kendini gösterecekti.

 Sakınılan öyküler cesurca anlatılacak ve yazılacaktı.

 Ve belki de kaybettiğimizi sandıklarımız bulunacak, öldü sandıklarımız dirilecekti.

 GELİN ÖNCE...
Konferans sonrası Hürriyet’te Bekir Coşkun’un o doyumsuz üslubuyla yazdığı yazı ise kuşkusuz on tane Ermeni Konferansı’na bedel. Coşkun kendi anneannesinin de Ermeni yetim kalmış kızlardan biri olduğunu açıkladığı yazısında içiçeliğimize işaret ediyor.

 Muhtemelen korkularımızı üzerimizden atıp çekincelerimizi bir kenara bırakabilirsek hepimizin bir Türk ya da Ermeni akrabasının olabileceğini bizlere anımsatıyor.

 Ve tabii ki o aradığımız ve muhakkak yakalamamız gereken üslubun da ipuçlarını veriyor.

 Gelin önce birbirimizi anlayalım...

 Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim... Gelin önce birbirimizi yaşatalım. HRANT DİNK