Şamil Yılmaz Roman ve denemelerini müstear isimle yazan Elena Ferrante, çoğu okur ve eleştirmen için şimdiden bu yüzyılın çıkardığı en büyük yazarlardan biri olarak görülüyor. ‘Karanlık Kız’, -filme de çekilen- ‘Belalı Aşk’, ‘Sen Gittin Gideli’ ve deneme / mektup / söyleşilerden oluşan ‘Bir Yazarın Yolculuğu’ Ferrante’nin dilimize de çevrilmiş olan kitapları. Fakat Ferrante adı asıl […]

Gerçeğin can yakan zenginliği

Şamil Yılmaz

Roman ve denemelerini müstear isimle yazan Elena Ferrante, çoğu okur ve eleştirmen için şimdiden bu yüzyılın çıkardığı en büyük yazarlardan biri olarak görülüyor. ‘Karanlık Kız’, -filme de çekilen- ‘Belalı Aşk’, ‘Sen Gittin Gideli’ ve deneme / mektup / söyleşilerden oluşan ‘Bir Yazarın Yolculuğu’ Ferrante’nin dilimize de çevrilmiş olan kitapları. Fakat Ferrante adı asıl dört kitaptan oluşan ‘Napoli Romanları’yla uluslararası edebi bir fenomene dönüşür. Hatta dörtlemenin yayınlanmasından sonra Ferrante Marcel Proust’la bile karşılaştırılır. ‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’la başlayan dörtleme, Lenu ve Lila adlı iki kadının, çocukluktan yaşlılığa kadar geçen sürede yaşadıklarını anlatmaktadır. ‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’, Fransızların ‘sevdalı arkadaşlık’ dedikleri -homo-erotik?- tutkulu bir arkadaşlık biçimini merkezine alır. Ama roman sadece kadınlar arası arkadaşlık bağlarına bakmaz. İki küçük kızın olgunlaşma hikâyesinin fonunda hem İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış olan İtalya’yı hem dönem Napolisine özgü sınıfsal adaletsizlikleri hem de -ve en çok- patriarkanın sert yaşandığı bir toplumda kadın olmanın ne anlama geldiğini takip ederiz. Ama bir romanı iyi roman, bir yazarı da iyi yazar yapan şeyler bunlar değil kuşkusuz. Ferrante, özellikle ‘Napoli Romanları’nda, mitolojiden korku edebiyatına, feminist yazından toplumsal gerçekçiliğe, oluşum -bildungsroman- romanlarından psikolojik romana kadar o denli farklı kurmaca ve okuma biçimlerinin araçlarını üslubunda birleştirir ki ortaya edebi bir karnaval çıkar. Tümüyle edebiyat alanında olduğunuzu hissedersiniz.

Gerçeği söyleme cesareti

Bütün bunların ötesinde, Ferrante’yi- uluslararası bir fenomen olarak- özel kılan ne diye soracak olursanız, çoğu kişi gibi benim de aklıma ilk gelen, yazarın üslubunun temel bileşeni olan ‘sahicilik’ olacak. Tanımı gereği yapay olan kurmaca alanında bu çeşit bir kavramın öne çıkması, kuşkusuz, bir paradoks. Özellikle de bizim edebiyat ortamımızda kavramın acı pornografisine, bıçkın bir erkek sesine ya da Wattpad yazarlığına tekabül ettiği düşünülürse… Ferrante sahiciliği -yazdığı her şeyi yaşadığına dair taşıdığımız naif okur kabulünün ötesinde- sanırım, onu sevenler için özel bir cesaret anlamına geliyor: Gerçeği söyleme cesareti!

Ferrante feminist bir roman yazarken kadınlığı idealleştirmiyor, sınıfsallıktan anladığı mazlum edebiyatı değil, psikoloji bilgisini hiçbir zaman ucuz saptamalar, beylik çıkarımlar için kullanmıyor. Bakışını çevirdiği her yerde gerçeğin çok boyutlu, çok katmanlı, can yakan zenginliğiyle karşılaşıyorsunuz…

Eksik bir uyarlama

Burada meselemiz ‘doğrudan’ Ferrante’nin yazarlığı değil ama. Daha çok dörtlemenin ilk kitabı olan ve HBO tarafından dizi olarak yayınlanan ‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’ı bahane edip, edebiyat ve uyarlama mevzuuna kısa bir bakış atacağım.

HBO ‘Napoli Romanları’nı dört sezon olarak çekeceğini duyurduğundan beri, benim de içlerinde bulunduğum geniş bir okur/hayran kitlesi, nefeslerini tutup beklemeye başlamıştı. Beklentimiz büyüktü, çünkü; hem romanın dramatik potansiyeline inanıyor, hem de sonuçta HBO’nun bir Netflix olmadığını, yani ortaya gayet kaliteli bir iş çıkaracağını biliyorduk. Dizinin ilk sezonu geçen yıl yayına girdi. Çok da iyi eleştiriler aldı. Dönem atmosferinin gerçekçiliğinden orijinal dilinde -üstelik Napoli lehçesinde- çekilmesine, olağanüstü yetenekli çocuk oyuncularından bir uyarlama olarak kaynak metne sadakatine kadar bol bol övülüp alkışlandı. Ama yine de bir şeyler eksik gibiydi… Ne bileyim, karşımızdaki bir “Venedik’te Ölüm” değildi mesela. Ya da ‘Geliş’. Ya da ‘Sineklerin Tanrısı’. Ya da ‘Kuzuların Sessizliği’. Ben de dahil birçok Ferrante okuru, karşısındaki üründen çok da heyecanlanmış gibi görünmüyordu. İşin tuhaf tarafı dizinin görünüşte çok iyi bir uyarlama olmasıydı. Neredeyse her şey kitapta olduğu gibiydi. Haliyle itiraz edecek bir şey varmış gibi de görünmüyordu. Ama işte… Bir şey eksikti yine de, hem de çok önemli bir şey.

Üslup birliği sağlanamayınca

Sonra neyin eksik olduğunu, ya da hiç değilse beni tatmin etmeyenin ne olduğunu buldum. Sinema ve edebiyat, tabii ki, iki farklı mecraydı. Biri hikâyesini dille, diğeri ise görüntülerle anlatıyordu. Haliyle edebiyattan sinemaya yapılacak her uyarlama, kendisine ilk elden şu soruyu sormalıydı: “Bu ‘yazıyı’ özel kılan ne?” Bu soruya cevap verildikten sonra daha zor başka bir soru kalıyordu elde: “Ben bu özel yazıyı, sinemaya özgü araçlarla ‘özel bir filme’ nasıl dönüştürürüm?”

‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’da, ne yazık ki, bu soruya doğru bir cevap verilememiş.

Dizi, sektörün ‘slow-burning’ olarak tarif ettiği bir hızla akıyor. Yani olayların yavaş geliştiği, karakter dönüşümlerinin ve olay gelişimlerinin -iyi ki- zamana yayılarak gerçekleştiği, her şeyin ‘içten içe, usul usul yanarak’ olgunlaştığı bir hikâye karşımızdaki. Sorun tam da bu seçimdi işte: Dizinin temposuyla kitapların temposu birbirlerini tutmuyordu. Kitaptaki hararetli, alev alev yanan, zekâ ve cesaret dolu ses, olaylar yavaş gelişse de, okurda soluk soluğa bir hikâyenin içinden geçtiği etkisi bırakır çünkü. Sadece olgulardan değil, Ferrante’nin farklı teknikler arasında gezinen üslubundan, pırıl pırıl zekâsından, ironisinden, öfkesinden beslenen benzersiz bir heyecan dramaturgisi de vardır kitabın yüreğinde. Benim ve galiba birçok Ferrante okurunun sevdiği bu özel üslup -çünkü Ferrante demek o üslup demek-, sinemanın araçlarıyla yeniden oluşturulmadığında, ortaya çıkan şey, biraz hayal kırıklığı yarattı galiba. Bir dizi olarak ‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin azıcık hımbıl ve sıkıcı üslubunu taşıyor maalesef. Yanlış bir hikâye anlatmıyor, evet. Anlattığı hikâyeyi iyi de anlatıyor, evet. Ama yakalanması gereken o üslup denkliğini tutturamıyor.

Bir ‘fandom’ klişesiyle bitireyim o zaman: “‘Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’ın dizi uyarlaması, kitaplar kadar iyi değil yaaa!” Ama dizinin hakkını da teslim edelim tabii; HBO yine çok iyi bir iş çıkarmış, muhakkak izleyin.