Son yıllarda neşesini bir yerlerde unutan, eskisi kadar bizlere tiramisu yapmayan, eğer kendini dünya üzerinde bir nokta olarak görüyorsa en güzellerinden biri olan arkadaşım,

Son yıllarda neşesini bir yerlerde unutan, eskisi kadar bizlere tiramisu yapmayan, eğer kendini dünya üzerinde bir nokta olarak görüyorsa en güzellerinden biri olan arkadaşım,  

Sana bu mektubu Dutburnu’ndan yazıyorum. Arkamda kahve içen iki kadını ve servis yapan ufaklığı  saymazsak tek başınayım. Asma yapraklarının altında, tahta bir masada oturuyorum. Az önce canımı sıkan, kalbimi acıtan, kırgınlığa kırgınlık katan ve Brecht’in “kopan ip bağlanabilir yeniden / tutar tutmasına ama / kopmuştur işte bir kere” satırlarını yeniden hatırlamamı sağlayan bir mektup aldım ve okudum. Pek de iyi sayılmam senin anlayacağın…
Gökyüzünde tek bir martı uçuyor salına salına. Rüzgâr, hesabıma göre güneybatıdan esiyor ve önüne kattığı dalgalarla kıyıya vuruyor. Asmanın yapraklarının çıkardığı ses, dalga seslerine karışıyor. Sağ yanımda burnumun dibinde Midilli alabildiğine ihtişamı ile duruyor. Sanki aynı masada rakı içiyoruz kendisiyle. Sol tarafımdaki sahil şeridinde dalmaya hazırlanan amatör dalgıçlar, güneşlenmeye gelen birkaç genç ve sınırlı sayıda şezlong var. Karşımda ise rüzgâr almayan, sütliman Sivrice var. Toplasan elli hanedir burası. Assos ile Gülpınar arasında kalan, ‘şimdilik’ pek bilinmeyen, ama on yıl sonrası ele ayağa düşecek olan Sokakağzı’ndayım. Dutburnu ise Sokakağzı’nın kanımca en havadar, en manzaralı, en insancıl evden bozma kahvesi.
Evlerin arasında bir cami minaresi gözüme batıyor. Evlerin arasında bir okul duvarı ise yok.  
Sen şimdi evine kapanmış filmler izleyerek kaçıyorsun ya yaşadıklarından, burada yaşamın gerçekleri insanın kucağına düşüyor inan. Sayfalarca okuduğum hikâyeler burada tek bir olay ve edilen yirmi dakikalık sohbetle gerçeğe bürünüyor.
Yaklaşık bir yıl  önce internetten tanıştığım İsmail ve Sibel’le hem yüz yüze tanışmak, hem de emekleriyle büyüttükleri ‘İmece Evi’ni görmek üzere arkadaşlarımla beraber Sokakağzı’ndan Küçükkuyu’ya doğru yola koyuldum. Ekolojik yaşamı, alternatif üretimleri, teknolojiye bağımlı kalmadan ama yararlanmaktan geri de durmadan elde ettiklerini görmek, dinlemek umut vericiydi. Arkadaşlarımızdan birisi İmece Evi’nden o kadar etkilendi ki, kendisini oraya bırakarak biz geri döndük. Tam Behramkale ayrımında el eden bir kadın gördük ve durduk. Kadını, eşini ve torununu aramıza katarak yola devam ettik. Kabaca 8 kilometrelik virajlı yol boyunca sohbet ettik.
Hikâye kitaplarında bulamayacağımız türden yaşamları vardı. Hüseyin Abi’nin gözlerindeki sorunun diyaliz hastalarının yaşadığı bir rahatsızlık olduğunu, geçimlerini Hamide Abla’nın dokuduğu kilimlerin ayda bir iki tane satılmasıyla elde ettiklerini, ha bir de Kaymakamlığın iki ayda bir verdiği 200 liranın onlar için ne de değerli olduğunu bu kısa yolculukta öğrendik.
Filmlerde nadir karşılaştığım bir sahne de yine bu karşılaşma sayesinde zihnimdeki yerini aldı. Bu ailenin oğlu Kahraman birkaç yıl önce ölmüş. Kahraman’ın dul eşi de öz çocuklarını İstanbullu bir aileye 16 bin liraya satmaya kalkmış. İş -nasıl olduysa- imza aşamasına gelince bu ailenin bir şekilde haberi olmuş ve torunlarına sahip çıkıp geri almışlar. Onlar anlatırken, biz dinlerken kanımız dondu!
Aynı güzergâhta yaptığımız yolculuğa katılmışlardı ama kendileri benim onları araca almamın altında kalmak istemiyorlardı. İnatla ve gözlerindeki ıslaklıkla akşamki katıklarından yarısını, yarım köy ekmeğini bizlerle paylaştılar Kuzey Ege’nin Yörük insanları… Sol kolu iğnelerden delik deşik olmuş Hüseyin Abi on beş güne kalmaz İstanbul Çapa’ya gelecekmiş, ‘böbrek sırası’ almaya. O zaman daha da ayrıntılı konuşur, hikâyelerini dinlerim kendisinden.