Gezi, kaç yaşında olursa olsun, tarihin içinde bir durak ya da nokta değil bir süreç. Sönümlenmiş gözükse de devam ediyor. Ne zaman başımız sıkışsa, işte oradan “göz kırpıyor.”

Gezi ‘bir feryat ve taleptir’
Şehrin caddeleri Gezi eylemlerinde önemini bir kere daha gösterdi. (Depo Photos)

Cihan UZUNÇARŞILI BAYSAL

“Kente ait olmak devrimci bir eylemdir. ”

Gezi’nin dokuzuncu yıldönümü. Bundan dokuz yıl önce, biz kentliler, kent hakkını elimize aldık ve kentin ve ülkenin en önemli siyasi meydanının, agorasının parçası olan bir yeşil alanı, Gezi Parkı’nı işgalle temellük ederek zamanın iktidarının neoliberal kentine karşı bir mikro kenti, yaşamımıza ve demokratik kazanımlarımıza müdahale eden dinci otokrasiye karşı bir özgürlük ve demokrasi mekânını, bir karşı-mekânı, el birliğiyle yarattık ve savunduk.

Gezi, kolektif bir dayanışma ile kurulan reviri, kitaplığı, bostanı, çocuk oyun alanı, radyo ve televizyonu, gazetesi, paranın geçmediği yeme içme mekânları, kantini ve sayamadığımız diğerlerinin yanı sıra, konser, yoga, çeşitli atölye çalışmaları gibi etkinlikleriyle, kentsel kamusal alanın, kendi arzu ve taleplerimiz doğrultusunda dönüştürülerek yeniden üretilmesiydi. Ve zaten kent hakkı tam da buydu, kentin hizmet ve olanaklarına erişimin ötesinde kentsel mekânları gönlümüze göre değiştirme ve yeniden yaratma hakkı. Gezi, kent hakkı üzerinden yükselirken kent hakkı, Gezi’de somutlaştı.

Ünlü Marksist düşünür Henri Lefebvre tarafından icat edilen kent hakkı kavramı, aynı zamanda, Lefebvre’in 1968 Paris isyanının hemen öncesinde, dönemin gelişmelerinden etkilenerek kaleme aldığı eserinin de adıdır. Lefebvre kent hakkını bir feryat ve talep olarak tanımlamıştır. Feryat, kullanım değerini ve kenti kent yapan niteliklerini yitiren ve çözülen kente karşı haykırılmıştır. Kentsel mekânları, kentsel kamusal alanları metalaştırarak, çitleyerek kendini yeniden üreten kapitalizm, kentin kullanım değerini yok etmekte, değişim değeri üzerinden dönüştürülen kent bir tüketim ve tüketicilik hapishanesine çevrilmektedir. Lefebvre’e göre kent, karşılaşma, oyun, içinden geldiğince hareket, işgal gibi gündelik yaşamın kolektif eylemlerinden yaratılan bir sanat eseridir (“ouvre”). Ancak, tüketim mekânlarında ve devasa bina yığınlarının yabancılaştırıcı etkileri altında sanat eseri tahrip edilmektedir. Kent giderek "bir belge, bir sergi ya da bir müze görünümü alır. Tarihsel olarak biçimlenmiş (kent) artık yaşanmaz, pratik olarak kavranmaz. Turistler için, gösterilere ve pitoreske susamış estetizm için kültürel bir tüketim nesnesinden başka bir şey değildir. Onu sahiden anlamaya çalışanlar için bile (kent) ölüdür."Öyleyse talep de bu eşitsizlikler ve haksızlıklar kentine, niteliklerini yitirmiş bu ölü kente dahil olmak değil, başka bir kenti-ve toplumu- inşa etmektir.

Talebin yerine getirilebilmesi için kent üzerindeki hak sahipliğinin sermaye ve devletten kent sakinlerine geçmesi ve kentsel mekânların tasarımı, üretimi ve yeniden üretiminde, temellükünde ve kent planlaması ile bütçesinde sakinlerin söz sahibi olmaları gerekmektedir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için kolektif bir güce ihtiyaç olduğundan kent hakkı bireysel değil kolektif bir haktır . Katılımcılığın kentsel yaşama hayat verdiğini ve aynı zamanda potansiyel olarak etkin bir vatandaşlık yarattığını, yokluğunun ise genellikle kentin ölümüne işaret ettiğini öne süren Lefebvre, kent hakkının, demokratik ve katılımcı bir kent ve kendi kaderlerini kendileri şekillendirmeye çalışan sakinlerde ifadesini bulduğunu belirtir: “Kente ait olmak devrimci bir eylemdir .”

Biz çapulcular, bundan dokuz yıl önce, Gezi’ye konuşlandırılması planlanan, dışı kışla içi AVM ucubeye engel olmak için parkı işgal ederek burada yarattığımız mikro komünle, AKP iktidarının tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden yükselen şirketleşmiş, metalaşmış, gayri insani kentine karşı başka bir kentin ve dünyanın mümkün olabileceğini gösterdik. Dışlayıcı, ötekileştirici değil içerici, çoğulcu ve eşitlikçi, tepeden inme bir yönetimle değil forumlar vasıtasıyla katılımcı demokrasiyle yönetilen, baskıcı değil özgürlükçü, kentin değişim değeri yerine kullanım değerini önceleyen, rekabetin yerini dayanışmanın aldığı, talancı değil ekolojik, doğanın haklarının kabul edildiği, tüm canlıların yaşam haklarını gözeten, israf ve tüketim ekonomisine karşı, anti-hiyerarşik, anti-otoriteryen bir sistemi Gezi’den inşa ettik. Gezi’ye dahil olmak, Gezi’ye ait olmak devrimci bir eylemdi!

AKP tarafından atıl hale getirilmiş Atatürk Kültür Merkezi’ne pankartlar asılmıştı. (Depo Photos)AKP tarafından atıl hale getirilmiş Atatürk Kültür Merkezi’ne pankartlar asılmıştı. (Depo Photos)

“Somutlaşmış ütopya”

Gezi, kaç yaşında olursa olsun, tarihin içinde bir durak ya da nokta değil bir süreç. Sönümlenmiş gözükse de devam ediyor. Ne zaman başımız sıkışsa, işte oradan “göz kırpıyor.” Ne zaman dağılsak, bizi toparlıyor, toplulaştırıyor. Bir gün Validebağ’da direniş oluyor bir başka gün Kazdağları’nda. Ucube Kanal’a karşı dilekçe kuyruklarında yağmur çamur demeden inatla bekliyor. Bir bakıyoruz Tozkoparan’dan sesini yükseltiyor, bir bakıyoruz Şahintepe’de. “Hayır”ların en güzelinde bizi buluşturuyor. Adalet nöbetlerinde Mücella, Can ve Tayfun’a kavuşturuyor. Uçan balonlar olup Mücella’nın doğum gününü kutluyor, Can’a Soma’dan ses veriyor, Tayfun’a üniversite sıralarından… Eşitlikçi, özgürlükçü, adil bir kenti inşa edene kadar devam edecek, hep daha iyiyi hedefine koyduğundan belki de hiç sonlanmayacak bir süreç, bir ütopya Gezi.

Lefebvre’e tekrar dönersek, ütopyalara inanmak asla hayalperestlik değildir çünkü sadece mevcut sisteme odaklandıklarından o çerçevenin dışına çıkamayan gerçekçilerin tam aksine, ütopya, başka bir dünyanın, başka bir sistemin kapılarını açmaktadır:

“Bugün her zamankinden daha fazla görmekteyiz ki ütopya olmadan teori olmaz. Aksi takdirde, kişi gözlerinin gördüğünü kayda almaktan mutlu demektir. Ütopya olmadan kişi çok ileriye gidemez; gözleri gerçeğe takılı kalır. O bir gerçekçidir ancak (ötesini, görünmeyeni) düşünemez .”

Ütopyaların olmadığı bir düzlemde, neoliberalizmin kurucu anası Margaret Thatcher’ın omeşhur deyişine, TİNA’lara ( “There is No Alternative”: Başka Alternatif Yok), hapsoluruz.

Gezilerin olmadığı bir ülkede, muktedirin iki dudağı arasına. 68’de kentliler gasbedilen kentsel mekânlarını geri aldıklarında Lefebvre bunu “somutlaşmış ütopya” olarak tanımlamıştı. Eğer görebilmiş olsaydı, başka bir kentin ve sistemin inşa edildiği Gezi’yi de böyle selamlardı. Benzer şekilde, Slavoj Zizek 9 Ekim 2011’de New York’taki Occupy -İşgal Et eylemcilerine, “Size, bizim hayalperest olduğumuzu söylüyorlar. Aksine, gerçek hayalperestler her şeyin sonsuza dek aynen devam edeceğini sananlardır” diye seslenecektir. Zizek, “Bizler hayalperest değil, kâbusa dönüşmekte olan bir rüyadan uyandıranlarız” diye de ekleyecektir .

Son söz

Gezi, kâbusa dönüşmekte olan bir rüyanın uyandıranıydı. Afet Yasası eliyle iyice hızlandırılan dönüşüm projeleri, mahalle yıkımları ve zorla tahliyeler, mega talan projeleri, kentin yeşil alanlarının ve kentsel kamusal alanlarının özelleştirilmeleri, AVM’leştirilmeleri, başta Emek, hafıza mekânlarının yok edilişi ve sırada bekleyen bilcümle kentkırım, ekokırımproje… Çocuk sayılarından kızlı erkeklilere, iki ayyaştan alkol yasasına, kürtaj tasarısından kadının kendi bedeni üzerindeki hakkına müdahaleye…

Başta Taksim Meydanı, daraltılan, askerileştirilen agoralar, sansürle terbiye edilen ifade özgürlüğü, tüm alanlarda haklardan geriye gidiş, baskı, şiddet… Gezi, yaşamlarımıza, yaşam alanlarımıza ve demokratik kazanımlarımıza müdahalelere karşı bir feryattı. Kent hakkını ellerine alan çapulcular, bizler, neoliberal dinci otokrasinin kurmaya durduğu düzenin tam karşıtını Gezi’den inşa ettik. Talebi yerine getirdik: “Alternatif bir şehrin, alternatif bir politik sistemin ve sonuç olarak insanların iyiliğini gözetecek alternatif bir üretim, dağıtım ve tüketim örgütlenmesinin… ”

İmkanını, bir ütopyanın, kısa süreliğine de olsa, gerçeğe dönüşebileceğini gösterdik. Kâbusu Gezi’de sonlandırdık.

Bugün, gerek kent düzleminden ve kentsel yaşamdan gerek demokrasi ve insan hakları çerçevesinden, feryat dokuz yıl öncesinden çok daha şiddetli. Gezi günlerinde temeli atılan 3.Köprü bitirildi; 3.Havalimanı, 13 milyon ağacı, Kuzey Ormanları canlılarının yaşamlarını ve habitatlarını ve onlarca emekçiyi katlederek, bölge nüfuslarının geçim kaynaklarını ellerinden alarak tamamlandı; kent kırımların ve ekolojik yıkımların en büyüğü Kanal, daha plan aşamasında ama bölgeyi metalaştırdı, Körfez sermayesinin ve zenginlerinin sim city’sine, küresel fonların oyun alanına çevirdi. Dinci otokrasi, Taksim’e diktiği camiyle agorayı cami avlusuna çevirdi; Big Brother, kentin hemen her yerinden görülen Çamlıca’dan 7/24 hepimize kendini hatırlatmakta. Kentsel kamusal alanlarımız teker teker çitlenirken, Galataport ile başlayıp Haliçport ile devam edecek olan denetim ve gözetim altındaki steril, “mış gibi” kamusal alanlarda uslu çocuklar olmamız ve tüketmemiz ve sadece tüketmemiz bekleniyor.

Yeni AKM açıldı ama tık yok ve zaten bale de, Nazım da, Brecht de hayal. Evi yuvayı gayrimenkule çevirip yatırım aracına dönüştürdükleri düzende, ev almak da yaşamaya elverişli konutlarda kiracılık da tahayyül dışı… İktidar, baskı, şiddet, sansür, yasaklamalar, suçlulaştırmalar, hukuksuz gözaltılar ve tutuklamalar üzerinden kendini tahkim ediyor.

Gezi’den dokuz yıl sonra feryat her yerden, her cepheden. Talepse orada bekliyor; kâbustan uyandırılmak.