Sekiz yıl gelmiş geçmiş bile. Gezi Direnişi tek boyutlu, basit bir süreç değildir. Gezi Direnişi, boğulan halkın isyanını dillendirebilmesidir. Baş etmesi güç karmakarışık suçlar ve saldırılarla mizah yoluyla baş etmesini öğrenmesidir. Günü geldiğinde nasıl da bir ötekinin, ayrımcılıktan bağımsız, külüne muhtaç olacağını fark etmesidir. Dayanışmayı ve paylaşımı bellemesidir.

Gezi Direnişi: İsyan, umut, aşk ve yas

NESLİ ZAĞLI

İnsan belleği alengirlidir; bazen olaylar ve ayrıntılar unutulabilir. Oysa o anlara ilişen duygular kolay unutulmaz. Bir rüya görür uyanırsınız, rüya aklınızdan uçuverir ama bir gece yarısı yoğunluğuyla çöreklenir göğsünüze. İşte o duyguyu kolay unutamazsınız. Gezi de işte bizim için böyleydi. Çok olay, çok mücadele, çok duyguyu iç içe yaşadığımız ve duygumuzun her daim bellektekinden daha canlı kaldığı. Aradan geçen on yıla yakın zamanda, her haziranda andık ve tüm duyularımızla hissettik yitirdiğimizi. Yitirdiğimiz bir galibiyet değildi, umudumuz hiç değildi. Biz yükselen dalgaların coşkusunu sevdik ve aynı yüreklilikle kayıplarımızı da göğüsledik. Parkın asi çocuklarıydık ve ister istemez büyüdük. Gezi Direnişi en büyülü otobiyografimizdir.

Gerici ve sömürücü iktidarın daha onuncu senesi. Kocaman bir parmak sürekli üstümüzde sallanıyor. Dikte ediyor, müdahale ediyor, tehdit ediyor, ötekileştiriyor, hüküm veriyor. İnsan ruhu belli uyaranlar aralıksız bir şekilde tekrarladı mı bir duyarsızlaşma yaşar. Biz de artık kanıksamış ve köşelerimize sinmiştik. Ve bir sabah parka üç beş ağacın katil adayları makinalarıyla girince uyandık. Bir kıpırtı, bir parça umut, biraz heyecan. Günler, haftalar süren bir tutkulu direnişin ilk günü ne kadar farkındalık olursa işte o kadar. O gün her mesai çıkışı kravat çözüp parka gideceğimizi, yıllık izinlerimizi alıp parkta sabahlayacağımızı, geceleri sosyal medya takip etmekten uykusuzluk yaşayıp okula, işe geç kalacağımızı henüz bilmiyorduk. Bizi bu kadar kapsayacağını bilmiyorduk, biz bu ülkenin kapsanmayan çocuklarıydık.

Biz Gezi ile kendi çatlak, yorgun sesimizle boğduğumuz isyanımızla barıştık. Oysa isyan edebilecek tüm uzuvlarımızdan yoksun gibi yaşıyorduk. Haksızlığa, hırsızlığa, uğursuzluğa isyan edemeyen insan ne kadar insancıl kalabilir? Biz Gezi ile insanlığımızı hatırladık. Park, kaçak çayı ocakta tüten, misafiri nüfusunu katlayan anaç bir öğrenci evi gibiydi. Her şehirde, her ilçede, kocaman halimizle biz bile sığdık. İsyanımızdan korkmadık, yumruğumuzu havada sallamaktan ve sloganlarımızla var olmaktan da. Otoriter ve acımasız bir baba karşısında yumruğunu masaya vurmayanlar asla ayrışamaz, tutunamaz, tam olamaz. Gezi Direnişi yıllarca birikmiş ve hor görülmüş isyanımızın en özgür ve içten var oluşuydu. İsyan tekrar inanmak, ummak ve tamamlanmaktı.

İsyankâr ellerin büyüdüğü, göğüs kafesinin küçüldüğü ve uçuşkan kalbin yerine sığmadığı bir “aşk” haliydi Gezi. Uyku uyuyamadığımız, yemeden içmeden kesildiğimiz, içimizde kelebek gibi şakaların fıkraların uçuştuğu. Mizahın ve aşkın aslında birbirini ne kadar tamamladığını gördük Gezi’de. Oysa biz aşkı ne de ağır başlı ve ketum sanırdık. Gezi aşktı, aşk gençlikti ve senelerce rencide olmuş tüm ruhları “üniversiteli kız uykusu” gibi dinlendirdi. Aşk nasıl iyileştirirse, Gezi de bizleri iyileştirdi. Aramızda “Gezi yaradı sana” diyorduk, yıllarca terapideki danışanlarımızın aynı bir aşkta olduğu gibi canlanışını görüyorduk. Gezi aşkın –de haliydi: Parkta, sokakta, meydanda, sosyal medyada, dayanışmada, kalkışmada, mizahta…

Gaz ve toz bulutu içinde büyük bir aşkla yaşadığımız direniş her gün tehditlerle, hakaretlerle bölündü. Koca parmak ve diğer titrek parmaklar bu umuttan ve aşktan çok korktu. Ranta talana karşı, kişisel hak ve özgürlükten, adil ve eşit bir dünyadan yana on binlerce insan faşizan bir zihniyetin korkulu rüyası oldu. Emri verdi ve gaz püskürttü, emri verdi ve sopalattı, emri verdi ve kurşunu sıktırdı. Çok çocuk öldü, çok… Denizyıldızları gibi kaybolup gittiler. Her cinayetle içimiz sıkıştı, umudumuz parçalandı. Bir yandan hırslandık ama yasımız ağır basmaya başladı. Özgür bir parkın bedeli bu olmamalıydı. Özgür bir ülkenin bedeli bu olmamalıydı. Maskesiz, kasksız, zırhsız olanca insancıllığıyla direnen dostlarımızın başına bu gelmemeliydi.

İlk 3-4 gün direnişe ben de inandım diyenlerden değiliz. Son noktasına kadar hayatını askıya alıp direnişi destekleyen milyonlarca insan var. O yıl 8 yaşında olan kızımın temel ihtiyaçlarını karşılayıp, “Anneciğim bana dokunma, direnişi takip ediyoruz babanla, bu senin geleceğin için” dediğimi hatırlıyorum. Elbette beklediğim bir şeylerin değiştiği bir noktaya ulaşmaktı. “Olmadı, boşlukta asılı kaldı ruhumuzun alacakaranlığından havalanan puhu.” Ali İsmail’i, Ethem Sarısülük’ü, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Abdullah Cömert’i, Ahmet Atakan’ı, Medeni Yıldırım’ı, Hasan Ferit Gedik’i ve Berkin Elvan’ı bu direnişte kaybettik. Yakınları, aileleri o günden beri bir gün huzur duymadı, aşağılandı, yuhalandı. Biz Gezi Direnişi’nde en insan yanımızın bizden kopup gittiğini deneyimledik. Yasımız sonsuz…

Bu yas sadece yitirdiğimiz canların, uzuvlarını kaybeden yaralıların ve onların sevdiklerinin yası da değildir. Biz aslında Gezi Direnişi’nin yasını tutarken bugünün de yasını tuttuk. Faili meşhurların, mahpusların, işsizlikten aşsızlıktan intihar edenlerin, umudun, insancıllığın, adalet inancının da yasını tuttuk. Canlanıp yeşerdiğimiz bir direnişin ardından karanlık bir bulut gelip kapladı gökyüzünü sanki. Renkler ve dokular azaldı. Bu ölgünlüğün de yasını tuttuk. Biz meydanları dolduramasak da, yasımıza hep sadık kaldık; direnişi ve kayıplarımızı hep andık. Bizim unutmadığımız gibi koca parmak da hiç unutmadı Gezi’yi. Hep hatırladı, hep hatırlattı. Zaten onlar yeryüzünde en huzursuz uykuları hak edenler değil midir?

Sekiz yıl gelmiş geçmiş bile. Gezi Direnişi tek boyutlu, basit bir süreç değildir. Gezi Direnişi boğulan halkın isyanını dillendirebilmesidir. Baş etmesi güç karmakarışık suçlar ve saldırılarla mizah yoluyla baş etmesini öğrenmesidir. Günü geldiğinde nasıl da bir ötekinin, ayrımcılıktan bağımsız, külüne muhtaç olacağını fark etmesidir. Dayanışmayı ve paylaşımı bellemesidir. Günü geldiğinde aşkla adanmanın mümkün olduğunun yatıştırıcı etkisini fark etmesidir. İnsan canlısının kaybıyla yüzleşmesini, el üstünde tutarak yasını en derin asaletle yaşayabileceğini öğrenmesidir. Bu nedenle bir kaybediş öyküsü değildir Gezi asla. Bize var olmayı ve örselenince parçalarımızı birleştirerek yola devam etmeyi öğretmiştir. Direnişe ve daha insanca, hakça bir dünya için direnenlere selamla…