Gezi öpücüğü iktidar ve yargıyı kurbağaya dönüştürdü

ORHAN GAZİ ERTEKİN* - N. ANIL GELBERI**

27Mayıs 2013 günü Belediyenin iş makinelerinin İstanbul Gezi parkına girmesiyle başlayan bir "yeşil alan” tartışmasının ilerleyen günlerde gösterdiği politik genişleme süreci Türkiye’de sadece muktedirleri değil halkın geleneksel siyasi temsilcileri de dahil olmak üzere herkesi şaşırtacak bir siyasi tecrübeye denk düşmüştü. Türkiye’nin bütün illerinde 4 milyon yurttaşın sokağa çıktığı, 5500’den fazla toplantı, eylem ve etkinliğin yapıldığı, buna karşılık 6 kişinin polis şiddetinden olmak üzere on kişinin hayatını kaybettiği, on insanın gözlerinden olduğu, bir kişinin dalağının alındığı, 8000 bine yakın kişinin yaralandığı ve dahası yüz elli binden fazla gaz kapsülü ile sokakları günlerce ve hatta aylarca biber gazı kokularının sardığı bütün o olaylar zinciri, tarihimizde "gezi eylemleri-olayları” olarak kutsanmış, diktatörlüklere karşı ilhamını küresel çapta yaymayı başararak Türkiye siyasetinin evrensel itibarına çoktan eklenmiştir. Dahası siyasal alanı kadınlar, gençler ve şehirli orta sınıflardan yoksullara, Alevilerden Antikapitalist Müslümanlara kadar uzanan en geniş kesimlerin temsiliyetine kadar taşıyan bu çapta bir toplumsal kabarışın yerel tarihimizdeki karşılığının pek az olduğunu da bir kenara yazalım. 1906-7 vergi ayaklanmaları, 15-16 Haziran 1970 işçi yürüyüşleri vb. gibi eylemlerin hiç birinde bu çapta bir toplumsal yükseliş gözlenmediği gibi muktedirlerin hayretleri ve gergin meraklarının giderek korkuya ve bugüne kadar uzanan tehdit ve tenkil pozisyonuna ulaşmasında da birincil bir "travma” hatırasına eklendiğini de gözden kaçırmayalım. Şimdi gezinin 3. yılında devlet kurumlarında, yasal alanda, yargıda dahil olmak üzere politik toplum alanında neler olduğunu bir görelim mi yakından?

Hükümetin "travması”, yargının yeniden inşası

Açıktır ki Gezi, AKP’nin ve AKP hükümetinin bir "travması”dır. Bu açıdan da 3. AKP iktidarı döneminin polis teşkilatından yargıya kadar uzanan yeniden inşasının başlangıcı saymakta bir isabetsizlik yoktur. Hemen bir parantez açalım ki söyleyeceklerimiz yerli yerine otursun: Birinci AKP dönemi, bugün TRT’de çalışan Nasuhi Güngör’ün "Yenilikçi Hareket” kitabında ayrıntılarıyla aktardığı üzere 2002’den 2006 Şemdinli Davasına kadar uzanan bir süreçte ve ABD, İsrail ve Türkiye Genel Kurmayının ana karargahı arasındaki bir uzlaşmadan doğarken, 2. AKP dönemi ise 2006-2013 arasındaki AKP-Cemaat koalisyonundan ibaret idi. 2013 sonrası 3. AKP dönemidir ve tüm diğer dönemlere nazaran politik korku ve kaygının artık her şeyi belirlediği, devletin ve devlet kurumlarının buna uygun biçimde yeniden organize edilmeye çalışıldığı bir sürece tekabül eder. Yargının "Sulh Ceza Hakimlikleri” örneğinde daha da pekiştiği üzere bir "polis teşkilatı” modelinde yeniden inşası, MİT’in devlet kurumlarının reorganizasyonunda merkez karargaha dönüşmesi, İç Güvenlik Yasasının çıkartılması, Cumhurbaşkanlığının genel politik ağın sürekli güncellenen aktif merkezine dönüştürülmesi vb. gibi gelişmeler 3. AKP döneminin yeni politik karakterinin ana geçit noktalarını bize sunmaktadır. Gezi ise bu gündemlerin daima hatırlanan-hatırlanacak olan bir "karabasan” noktasına tekabül etmektedir.

Ya Gezi davaları?

Haziran Direnişi, birçok bakımdan siyaset ve kültür hayatını etkilemesinin yanı sıra hukuk ve yargı açısından da ilginç olaylara sahne oldu, Bu ilginçliklerin en garip olanından başlayalım: Mersin’de yaşandığı üzere Türkiye yargılamalar tarihi içinde duruşma salonuna ilk defa biber gazı atılmasına tanık olduk ki Av. İhsan Şahabettin Örsal’ın ısrarlı takibine rağmen sorumlular hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Hemen hemen tüm şehirlerde kamu davaları açıldı ve binlerce kişi "izinsiz gösteri düzenleme” suçundan cezalar aldılar. Gezi sürecinin daha da garip olaylara bile sahne olduğu yargılamalar sürecinde anlaşılacaktı. Yine Av. Örsal’ın takip ettiği bazı davalarda polis dağılın uyarısında bulunurken toplantı ve gösteri yürüyüşünde bulunanların kaçamamaları için etraflarını "bariyer” gibi kapatabiliyordu örneğin. Diğer yandan içinde yaralılara tıbbi müdahale eden doktorların da olduğu 255 kişiye çeşitli suçlardan kamu davası ise İstanbul’da açıldı. "Gezi Parkı Ana Davası” adıyla bilinen bu yargılamalarda 255 sanıktan 244’ü "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanununa Muhalefet”, "Görevi yaptırmamak için direnme”, "kamu malına zarar verme”, "özel kıyafetleri usulsüz kullanma”, "ibadethaneyi kirletmek suretiyle zarar verme” suçlarından mahkum oldu. Olaylar sırasında cami müezzinin ısrarla "görmedim” demesine ve görüntülerde içki şişesi olmamasına rağmen dönemin Başbakanın "camide içki içildi” gibi toplumsal barışı kökünden sarsacak açıklamalarını bu yargılamaların başlangıç noktası olarak görebiliriz.

Bu ana davanın iddianamesi ve gerekçeli kararın ayrıntıları ise evlere şenlik cinsindendir. Bir defa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine dair standartları tamamen ters yüz edilmiş ve bizzat bu hakkın birincil sahibi olan halka karşı kullanılmıştır. Bu noktada, örneğin, saldırıya karşı kendini savunma, bunun için gündelik araç ve eşyaların işlevselleştirilmesi ve tehlike anında hayatta kalma çabasının bizzat kendisinin Savcılıklar ve mahkemeler yoluyla suça dönüştürüldüğü bir soruşturma ve kovuşturma süreci ile karşı karşıya kaldık. Örneğin, denizaltı gözlükleri birer temel suç aleti olarak iddianamelerdeki deliller setinde yer alıyordu. Dikkat edin, tüm bunların birer saldırı aleti olarak kullanıldığı iddia edilmiyor iddianamede ve kararda. Tam tersine polisin saldırısının etkisini hafifleten bir etki gösterdiği iddia edilebiliyor. Çok garip bir hukuk mantığı gerçekten de. Bu durum, bir yönüyle savcılık ve mahkemelerin "insan doğası” ile savaşmak iddiasında olduklarını da ortaya koyuyor. Şu da gerekçeli karardan: Doktorlar ve Tıp Fakültesi ihtisas öğrencilerinin göstericileri "tedavi ederek kayırdıkları tespit edilmiştir.” Doktorluk ve tıp etiğinin devletin asayiş probleminin önündeki bir engel olarak gösterilmesi, yargının zihniyeti bakımından hakikaten de traji-komik bir durum arz ediyor. Binlerce insanın hareket halinde olduğu, polisin binlerce insanı fiilen alıkoyarak hukuk dışı işlemler yürüttüğü, bizzat devlet görevlilerinin bir muharip güç olarak savaştığı bir ortamda doktorlardan "kanuni takibat yapılacak kişileri ilgili mercilere bildirme”lerinin beklenmesi hakikaten pek garip. Hiçbir şeyin, bizzat polis teşkilatının işlemediği yerde doktorların gaz ve alevlerin içinden sekerek "ben birisini tedavi ettim” diyerek beyanda bulunmaları gerekiyormuş. Söyleyecek çok şey var ama en az gerekçeli karar boyutunda yazmak gerekiyor ki yargılamalardaki gariplikler açığa çıkartılabilsin. Fakat, burada söylenecek asıl nokta şudur: Yargı, gezi davalarında, Denizli ve Eskişehir vs. bir kısım mahkemeler hariç tutulursa devleti halkın toplanma, gösteri yapma, ifade hürriyeti vb. Gibi haklarına riayete zorlayan bir araç değil devletin sınırsız yetkilerinde ısrar eden bir vasıta olmuştur…

Peki Ya Ali İsmail’lerin Davaları?

Yargının devlet ile kurduğu politik bağ bu iken devlet şiddetinin mağdurlarına yönelik tavrını nasıl bilirsiniz peki? Ali İsmail, Berkin, Mehmet, Abdullah, Ethem ve Ahmet›in ölümlerinin soruşturulması ve yargılamalardan bahsediyoruz. Burada da durum, mahkemelerin sürekli şehir değiştirmesi boyutuyla bile her bir yargılama sürecinden de anlaşılacağı üzere, hakikaten fecaattir. Bu noktada Türkiye yargısı Türk Ceza kanununu, belirli bir politik strateji üzerinden okuyagelmiş ve uygulamasını da bu ideolojik merkezden yönetmeye devam etmiştir. Kamu görevlilerinin suç fiilleri yönünden kayırıcı yorumlar devreye sokularak TCK 87/4 ve 89. maddeleri olağanüstü bir yaygınlık ile uygulanagelmiştir. Ali İsmail’in davası işte bu politik-ideolojik stratejinin uygulandığı bir yargılama sahasıdır. Karara göre Ali İsmail sadece "yaralanmış”tır. Yani Ali İsmail Korkmaz, Savcılığa ve Mahkemelere göre "ölmemiş”tir. "Ölüm” yargı için sonradan "duyulan” bir "durum”dur. Böylece kamu görevlisi veya diğer faillerin eylemleri, yaralama fiilinin içinde kalmakta, meydana gelen ölüm ise eylemin dışındaki bir "kader”e dönüştürülmektedir. TCK’nın devletin içinden politik stratejik okumasını ele veren olağanüstü tarafgir bir yorum biçimidir bu. Türk Ceza kanunununun 77. maddesindeki politik ayrımcılıkla şiddet uygulanması ve 94 maddesinde ise "işkence suçu” tarifiyle kamu görevlilerinin şiddet ve aşağılama fiilleri büyük bir açıklıkla tanımlandığı halde bu maddelerin uygulanmasına hemen hiç rastlanmamıştır. Dolayısıyla Gezi’nin mağdurlarının takip ettiği davalar da adil bir yargılamanın şartları bir türlü oluşmamıştır…

Unutmadan söyleyelim: Üzerleri çıplak ve deri pantolonlu Kabataş tacizcilerinin ise hükümet ve medyasıyla birlikte "feriştah fantezileri” seyahatinden döndükten sonra yargı tarafından soruşturulacağını umuyoruz... Kesin bilgi yayalım…

Nihayetinde, Gezi’de, devletin ve iktidarın bütün simleri dökülmüştür... Halk ise daima hatırlayacağı bir umuda sahiptir artık...

*Demokrat Yargı Eşbaşkanı
**Avukat