Vecdi Çıracıoğlu, “Serseri Standartları Sempozyumu, Gezi’yi 9 yıl öncesinden öngörmüş olan anlatıdır. Gezi ruhu ve bilge serseri, daima yanı başımızda durmakta olan bir gerçekliktir. Sistemin ve otoritenin yegâne korkusudur. Daima da olacaktır” diyor

Gezi Parkı’nda hepimiz bir ‘bilge serseri’ydik

ZAFER DORUK

Vecdi Çıracıoğlu ile Gezi Direnişi’nden 9 yıl önce yazdığı ‘Serseri Standartları Sempozyumu’nu konuştuk. Gelecek yıl çakacak ve tamamı deniz öykülerinden oluşan ‘Son Voli’yi beklerken bugünkü edebiyatı ve edebiyata bakışını da öğrenmeden geçemedik.

»Hayatı denizde geçmiş emekçileri, kıyıda, kendini denizden emekli etmiş evsizleri, ‘bilge serserileri’ anlatıyorsun. İnsanları dışarıdan gördüğün, bildiğin kadarıyla anlatmıyor, onlardan biri olarak yazıyorsun. Bu onları ne kadar iyi tanıdığını gösteriyor. Yaşadıklarını yazması yazara artı katkı sağlar mı?

Paylaşan, doğayı seven, itaat etmek yerine itiraz eden, etikete, maddi birikime sırt dönen, hayatı alkollü kafayla çekebilen, âlemi, keyfi seven, ânı yaşayan, yasaklardan, kurallardan kendini azade kılan insanlar Serseri Standartları Sempozyumu’nda anlattığım insanlar. Yazar, sadece yaşadığını yazmaz. Yaşadığını yazsa bile kafasında yeniden kurgulanır olaylar. Sonuçta öykü ya da roman salt gerçekliği dahi anlatsa işin içinde muhakkak kurgu vardır. Yazarlığın esbâb-ı mucibesi de budur. Yoksa herkes yaşadığı bir olayı anlatabilir, o zaman herkes yazar olurdu. Hikâye, yazarın kafasında olgunlaşırken kendini kurgulayan bir oluşumdur. Anlatının detayları da kurguyla beraber kafamda şekillenir ve sonra oturup onu bir biçeme dökerim. Kurgu, hikâyenin kafamda yazılan kısmıdır; biçem ise yazıya dökülürken kurduğum yapı. Yaşadıklarını yazması bence yazara bir artı sağlamaz. Yazar, yaşamadığı bir hikâyeyi de kafasında dört başı mâmur yaşayabilen, hissedebilen ve yazıya döken insandır. Titanic’i yazmak için o gemide olmam gerekmiyor.

»Kitabın ilk basımının yapıldığı 2000’lerin başı Türk Edebiyatı’nda yeni anlatım biçimlerinin denendiği, dil olanaklarının genişletildiği, kalıplaşmanın kırıldığı bir dönemdi, kitap bu yönüyle de ilgi toplamıştı. Kısacası, bu anlatım biçimini seçmenin özel bir nedeni var mıydı? Biçim mi konuyu, konu mu biçimi belirliyor? Bu dengeyi nasıl kuruyorsun?

Salt yaşantı zenginliğine, olaylara sırtını dayamayan, bir yandan da alt metinlerle zenginleştirilmiş, çok sesli, çok katmanlı bir kurgu geliştirdiğim bir roman Serseri Standartları Sempozyumu. Bu yönüyle özgün bir roman diyebiliriz. Kitap 2004’te basıldı. Kurgusuyla, biçemiyle güzel ve farklı bir metin olduğunu söyleyebilirim ama olgunluk dönemimdir, diyemem. O zamandan bu zamana üretim hâlindeyim ve giderek daha olgunlaştığımı hissediyorum yazdıkça. Romanda modernist ve postmodernist sürece girildikten sonra Panait İstrati tarzı düz anlatımlar terk edildi, diyebiliriz. Hikâye anlatıcısı olan bizler, edebiyatın ilk ürünleri olan destan döneminden beri ‘nasıl daha iyi, daha farklı anlatabiliriz?’in arayışı içindeyiz ki anlatıcılığın tabiatında olan olgudur bu ve de olmalıdır. Ayrıca edebiyat evrensel ve bütünsel bir olgu. Tüm anlatılar birbirinin tamamlayıcısıdır ve son tahlilde anlatı illaki özüne döner. Misal, gidip Firdevsi’nin Şahname’sine bağlanır. Tüm anlatılar kadim metinlerin ardılı ve bütünleyicisidir. Bu minvalde elbette alt metin, üst kurmaca, metinlerarasılık gibi meseleler, günümüz anlatısının olmazsa olmazları. Yine bu minvalde yazın evreninde zaten anlatılmayan konu kalmadı. Önemli olan ne anlattığımız değil nasıl anlattığımız. Bu da biçemi oldukça önemli kılıyor. Dolayısıyla ben de sürekli ‘nasıl daha farklı anlatabilirim?’e kafa yoruyorum ve farklı şeyler deniyorum. Serseri Standartları Sempozyumu’nda da da böyle oldu. Ayrıca, biçem kurguyu, kurgu da biçemi belirliyor. İkisi de anlatının girift ve bütünsel olan yek unsurudur.

»Romanının başkarakteri Faretin’in ütopyasının gerçekleşmesini ister miydin, böyle bir sempozyumun yapılması gerçekte mümkün mü? Yoksa bu bir ütopya olarak mı kalmalı? Nedir bilge serserilik? Roman kurmaca bir dünyanın gerçekliğinde bu felsefeyi tartışıyor; bunu nasıl tanımlıyorsun?

Yaşadıklarıma ve yazı dünyama baktığımda kendimi kahramanımın arkasında duran bir yazar olarak görüyorum. Öncelikle şunu belirteyim, karakterlerimi yaratırken sadece sevdiğim insanlardan esinlenmiyorum. Bana berbat şeyler yaşatmış biri de bir karaktere esin kaynağı olabiliyor, oldu. Sonuçta ondan bir karakter yaratmama vesile olmuşsa elbette kafamda kurgularken, yazıya dökerken ve yazdıktan sonra da onu sevmeye başlıyorum. Dolayısıyla evet, bu minvalde karakterlerimle bütünleşiyor, onları seviyor ve elbette arkalarında duruyorum. Sonuçta bu karakterlerin özü benim. Etrafımdaki insanlar, yaşanmışlıklar esin kaynağı olsa da onlar âdeta matruşka gibi benim içimden çıkıyorlar. Dolayısıyla en başta kendimi seviyorum, kendi yaratımı seviyorum, yaratımın arkasında duruyorum. ‘Bilge serseri nedir?’ Bu minvalde en başta yazarın kendisidir. İnsan tanımına gelirsek ‘Bilge Serseri’ isyankârdır, itaat etmeyendir, sorgulayan ve farkındalığı başka insanlardan kat be kat yüksek olandır. Sistem kurbanı olmamak için mücadele edendir. Politiktir. Anarşisttir. Devrimcidir. Ama bunu bazı fraksiyonların dümen suyuna girerek yapmaz. Yalnız ve bireysel olarak verir mücadelesini, efeler gibi yalnız oynar halk oyununu. Kendi hayatında sayısız kere devrim yapmış, kendini defalarca yıkıp hayatını yeniden yazmış insandır. Kendi gibi insanları bulur ve onlarla elinden geldiğince dayanışma içinde yaşar. Fazla insanı yoktur ‘Bilge Serseri’nin. Kalabalıklara karışmaz. Kendi tenha komününü kurar ve kendi meşrebince yaşayıp gider. Maddeyle maddiyatla işi olmaz. ‘Bilge serseri’ şairdir. Şiir yazmasa da hayatın içindeki şiiri gören, onu tutup kendi hayatına katabilen bir uludur. O şiiri yazmaz, şiiri yaşar.

Serseri Standartları Sempozyumu’dan 9 yıl sonra o ütüpyayı yaşadık Gezi Parkı’nda. Bir ağaç meselesinden sıçrayan kıvılcım milyonları döktü sokağa. O zaman gördük ki yek ve bütünsel bir ruh, milyonların içindeki ‘Bilge serseri’yi ortaya çıkarabiliyor. Hepimiz birer ‘Bilge Serseri’ydik Gezi’de. Gezi, ülke tarihinde 15-16 Haziran olaylarından sonra yaşadığımız en harikulade olay. Ve gerçek. Serseri Standartları Sempozyumu bunu 9 yıl öncesinden öngörmüş olan anlatıdır. Gezi ruhu ve bilge serseri, daima yanı başımızda durmakta olan bir gerçekliktir. Sistemin ve otoritenin yegâne korkusudur. Daima da olacaktır.

»Günümüzde denizi anlatan bir yazar olarak sende de bol hikâye malzemesi bulunduğunu biliyorum. Hani denir ya: “Hikâye nokta atışı yapar.” Deniz de nokta atışı için çok elverişli bir alan. Neden deniz hikâyeleri yazmıyorsun? Veya neden hikâye az yazıyorsun?

Mevzu denizse bu saydıklarına Sait Faik Abasıyanık’ı eklemeden olmaz. Hatta en başa onu koyarım. Sıkı bir okurum ve sonradan dostum da olan bir insan bana şöyle demişti: “Kendi zamanında Sait Faik, denizi en güzel yazan adamdı. Modern edebiyatta da şüphesiz o sensin.” Kim bilir, belki de ondan el almışımdır. Denizi iyi biliyorum. Denizi yaşadım, yaşıyorum. Ve denizi yazıyorum da. Az maz değil fazla fazla yazıyorum. Hikâyeyi de öyle. Sadece okurun önüne hepsini koymuyorum. Yoksa defterlerde onlarca hikâye ve hikâye taslağı var. Önümüzdeki yıl İletişim Yayınları’ndan ‘Son Voli’ adlı öykü kitabım çıkacak ve hepsi deniz öyküleri. Elbette karaya çıktığım hikâyeler ya da romanlar da var kafamda. Bunların bazılarını da yakın gelecekte gün ışığına çıkaracağım. Kısaca roman hikâyeler bütünü değil midir?