Bir evin içerisinde, tüm memleketi tartışmak, eksik gedik olsa da önemli, iyi ki sinema var, unutturmamak için var, tazelemek için var, hep hatırlatmak için var. Hatta çoğu insanın yanlış bildiği konformizm kelimesini, doğru anlattığı için bile değerli bu film

Gezi Ruhu, hâlâ korkutuyor güruhu...

Alper Turgut

Bir elmanın iki yarısı; Kuzey ile Güney Kore, yeter ulan bu kadar ayrı gayrı diyerek, kardeşliğe tekrar adım atarken, bizlerin kamplaşma serüveni tam gaz sürüyor, ne yazık ki… Sebebi ve müsebbibi elbette bizler değiliz, muktedirin keyfine göre hemen her şey, kâh suni gündemlerle oyalayarak, kâh kendi tarafını daha da sabitleyip, karşı tarafı resmen ve alenen çıldırtarak… Bu oyunu ıskalamak ve doğal, gerçek ve yakıcı gündemde ısrarcı olmak varken, inadına tuzağa düşüyor olmamız, bizim hatamız, hiç kuşkusuz. Kaderimizi belirleyecek seçim günlerine sayılı günler kalmışken, farklılıklarımıza karşın koşulsuz birleşmemiz, baskın hali çaresizlik olan ruh halinden de, artık kurtulmamız gerekmiyor mu?

İşte bu yazıyı, güneşli bir başkent gününde, gençlerle cıvıl cıvıl olan Kızılay’ın bildik sokaklarından birinde yazıyorum. Samimi ve mütevazı Ankara Film Festivali’ne gelmişken, iki film arasında ve baharın tam ortasında, siyasetten kopamamak, haliyle saçmalık, yine de umut var, bilmiyorum ve adını tam olarak koyamıyorum, ancak içimden bir his, bu kez olacak diyor, bu kez olacak. Çalışırsak, çabalarsak ve asla vazgeçmezsek, elbette… Festival demişken, İstanbul Film Festivali’nde seyrettim, Taksim Hold’em adlı filmi, “Gezi” odaklı yapıt, bu hafta da gösterime girdi.

Eskiden kanal kanal gezerken, spor, siyaset ve sinema konuşurken, ne ara hopppp birader dendi, ne oldu da, muhaliflik bunca sakıncalı hale geldi, bilen varsa aydınlatsın beni… Üstünden çok da zaman geçmedi hani, şimdi Oscar hakkında bik bik etmemden bile çekiniyor ahali… Aslında gayet farkındayım, Gezi süreci, gerçekten erk çevresinin, kabusu haline geldi. Absürt ve fantastik yalanları da, endişelerini azaltmadı, aksine daha da çoğalttı. Korku öyle büyüktü ki; asla unutamadılar, hala ve ısrarla, bedel ödetmenin peşindeler. Bakın iktidarın gazetelerine, Taksim Hold’em filmi eleştirisine yer verebilmişler mi? Kurmacadan dahi, bariz çekiniyor, görmezden geliyor, üstünü örtmeyi deniyorlar, oysa ne gülünç bir durumdalar, haberleri bile yok! Kabataş yalancılarını da gördü bu memleket, ömrünün son deminde, ihtiyar bedenlerini, gelecek kuşaklar aşkına, sokaklara taşıyanları da. Tarih, hangilerinin hakkını teslim edecek sizce? Rezilliğin ve ezikliğin, tarihte bir hükmü yoktur!

Daldan dala atlamak yerine, direkt filmimize geçelim. Tek mekânda ve aynı gün diliminde geçiyor mevzu, aslında tiyatro oyunu da olabilirmiş, kurmaca uzun metraj yapalım demişler, neyse sağlık olsun. Dört eski arkadaş, Gezi’nin en ateşli gecesinde, evde oturup poker oynamaya karar verirler. Kumar masasına oturmak kolay da, vicdan muhasebesine girmek zor olsa gerek, salt kendini düşünmek basit de, başkaları adına hareket etmek, karmaşık, karmakarışık elbet! Çoğu zaman, değerli ve önemli olan, zevkini, bilinçli bir şekilde, gerektiğinde kenara iteklemek, cici keyfinden bile isteye mahrum kalmaktır. Zor ve baskı koşullarında, seçimler, hareketler, karar vermeler, daha bariz iz bırakır, insanlığımıza dair.

Taksim Hold’em filminin senaryosunu yazan ve yöneten Michael Önder, oyuncu kadrosunda da Kenan Ece, Damla Sönmez, Emre Yetim, Berk Hakman, Nezih Cihan Aksoy, Tansu Taşanlar, Ege Kökenli ve Irmak Ecem Aydemir var. Rollerinin hakkını vermişler, müzikler ve diyaloglar da hiç fena değil, film kendini izlettiriyor. Kaçırmayın derim.
Şimdi elemanlardan biri, haddinden fazla konuşuyor, resmen insanları gaza getiriyor, sosyal medyada sürekli tibitliyor. Oysa korkak ve kaypak bir adam bu, kendisi hep geri planda, ortalığı karıştırmaksa mesele, anında orada bitiyor, aksiyonda ise direkt araziye uyuyor. Bir diğeri, az konuşuyor, mesele hareketse hakkını veriyor. Elemanın, özü, sözü bir, bedel ödemiş, ödemeyi de sürdürecek, besbelli. Bir diğeri boş vermiş, toplum böyle, dünya şöyle, ne lüzumu var üstüne üstüne gitmenin diyor, korunaklı alanda kal, kendini küçük dünyanda şımart, hayatın tadını çıkart. Aman zorlama, çok da yorulma… Bir başkası bunalmış, kaçışların, kaçamakların peşine düşmüş, kendince soluklanmanın peşinde… Diğer karakter ve tiplemeleri de katınca, al sana şehirli okumuş çocuklara dair: halet-i ruhiye…

Teori kasalım, pratikte bocalayalım, sınırlarımızı aşmayalım, sokağa taşmayalım deseydi herkes, Gezi ruhu diye bir şey olmazdı, olamazdı. Kimi istedi, kimi gerek görmedi, işte geldik bugüne. Kazanmak ve kaybetmek değil mesele, olmaz denilen şey oldu, bu yaşandı, bize ne kaldı, ne ders aldık, hatalarımız neydi, biz süreci neden kötü işlettik, yenilgi psikolojisi nasıl doğdu ve benzeri sorulara yanıt bulmaktır asıl mevzumuz. Güzellemelerden sevmem, hatta nefret ederim. Gezi güzellemesi de yapacak değilim. Lakin emmim, solun en güçlü olduğu yetmişli yıllarda dahi, biz Taksim’i zapt edemedik, bu gözler bunu gördü, bu halk şayet isterse, imkânsızı başaracağını gösterdi demişti. Evet, hepimiz resmen tarihe tanıklık ettik, öyle bir İstanbul gördük. Demek ki hakim zihniyet de farkında, bu tanımsız ruhun… Gerçeğin asıl tarifi budur.

Bir evin içerisinde, tüm memleketi tartışmak, eksik gedik olsa da önemli, iyi ki sinema var, unutturmamak için var, tazelemek için var, hep hatırlatmak için var. Hatta çoğu insanın yanlış bildiği konformizm kelimesini, doğru anlattığı için bile değerli bu film. Evet, konformist, konforuna düşkün, rahatına düşkün, oh sefam olsun tipi değildir, otoriteye uyum sağlamaktır, itaattir, biattir, işte o kadar.


Çok zamanım yok, bu yazıya burada nokta koyayım, birazdan birkaç gençle çay içeceğiz, film konuşacağız, kesin siyasete de gelir konu, nabız yoklarım, kendimce seçim çalışması yapmış olurum. Hepimize düşen görev de bu, zahmete girmeli, gençleri, gelecekleri için ikna etmeli. Üstelik az vakit kaldı, dönüşüm ve değişim için, çok çok az.