Google Play Store
App Store

Akdeniz Solu Konferansı’nda konuşan katılımcılar, Akdeniz ülkelerinde göçmenlerin koşullarını ve ölümleri engellemek için geliştirilebilecek ortak politikaları tartıştı

Göçmen hakları, Akdeniz’in ölüm denizi olmaması için

ONUR EREM @onurerem

Avrupa Sol Partisi’nin İstanbul’da gerçekleştiği İkinci Akdeniz Solu Konferansı’nın altıncı oturumunda Göç, göçmenler ve eşit haklarla serbest dolaşım konusu tartışıldı.

Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin durumuyla ilgili yaptığı araştırmayı katılımcılarla paylaşan İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım, kadınlar açısından göçün sonuçlarını anlattı.

TOPRAK YERİNE KADIN BEDENİ
“Günümüzde egemenlik kadın bedenleri üzerinden kuruluyor. Hukuken egemenlik kavramı toprak üzerinde kurulur, toprak üzerinde bir şiddettir muhafaza ve zapt etmek üzere kullanılan. Ancak günümüzde rejimler egemenliğini toprak üzerinde değil, insan bedenleri üzerinde şiddet aracılığıyla kuruluyor. Bu beden de özellikle kadın bedenidir. IŞİD de egemenliğini sabit bir toprak parçası üzerinden değil, kontrol ettiği bölgelerdeki kadınlar üzerinden kurmaktadır” diyen Kıvılcım, Rojva’daki kantonlar ise meşruiyetlerini bunun tam tersinden, kadınların yönetime eşit katılmasından kurduğunu söyledi.

Türkiye’deki 2 milyondan fazla Suriyeli’ye yasal olarak mülteci denmediğini, ancak kendisinin politik nedenlerle onlara mülteci demeyi tercih ettiğini belirten Kıvılcım, Türkiye’de 1.8 milyondan fazla göçmenin kamp dışında kentlerde kaldığını, bunların yüzde 77’sinin kadın ve çocuklar olduğunu, bunların da en çok İstanbul’da kaldığını söyledi. Kıvılcım, İstanbul’da altı ay boyunca 12 ilçede kadınlarla görüşerek yaptığı araştırmanın sonuçları hakkında şunları söyledi:

HUKUKİ ŞİDDET
“Türkiye’de diğer şiddet türlerinin yanı sıra mültecilere hukuki şiddet uygulanıyor. Türkiye’nin çok sorunlu bir mülteci mevzuatı var. Suriyeliler bunun içine bile katılmadan mevzuatın dışında, olağanüstü bir alanda değerlendiriliyor, geçici koruma adı altında. Suriyeliler Türkiye’ye gelmeye başladığından beri yasal dayanağı olmadan ‘geçici koruma’ kavramını kullanan hükümet, 2014’te bir koruma yönetmeliği çıkardı. Göçmenler bu rejime tabi tutulup mülteci olarak kabul edilmediği için Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurma haklarından mahrum bırakılıyor.

Hükümet bu yönetmelik yayınlandığında AB’nin geçici koruma yönetmeliğinin örnek alındığını söyledi. Oysa AB’nin bu yönetmeliği bugüne kadar uygulanmamış bir yönetmelik. Üstelik o yönetmelikle de uyumlu değil.”

HAK DEĞİL ‘HİZMETE ERİŞİM’
Suriyeli göçmenlerin gözünde Türkiye’nin savaşın bir tarafında olduğunu söyleyen Kıvılcım, geçici koruma yönetmeliğinde Suriyelilere tanınan tek hakkının sağlık hakkı olduğunu, üstelik yönetmelikte “sağlık hakkı” yerine “sağlık hizmetine erişim”, çalışma hakkı yerine “iş piyasasına erişim” kavramı kullandığını, yönetmeliğin genel olarak liberal ve eril olduğunu vurguladı: “Hükümet bu yönetmelikle uluslararası hukuku çiğniyor, hem Cenevre Sözleşmesi’ni hem İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamayacağını açıkça belirtiyor. Göçmenlerin çoğu ülkeye resmi yollardan giriş yapmadığı için hukuki süreçlerde sorun yaşıyor. Bunun dışında ikamet izni alabilmek için bin TL’lik bir Genel Sağlık Sigortası ücreti ödemek zorunda bırakılıyor ancak çoğu göçmenin bunu ödemesine imkan yok. Resmi rakamlara göre kadınların yüzde 15’i, gerçek rakamlara göre ise çok daha fazlası hamile. Hamile kadınların beslenme ve sağlık hakları çok önemli ancak bu gerçekleşmiyor. Kadınlar hastaneler yerine evde doğum yapmayı tercih ediyor. Bunun nedenini sorduğumuzda hastanelerdeki kötü muameleleri anlatıyorlar. Bazı doktorlar hamile kadınlara ‘size bakıyoruz bir de üstüne hamile mi kaldınız’ diyor. Kendilerine dokunmaktan bile iğrenen doktorlar ile karşı karşıyalar. Bir yandan bu ırkçılık, bir yandan da doktorların SGK provizyonu alamamaları nedeniyle onları bir yük olarak görmesi kadınların hastaneye gitmemesine yol açıyor. Sağlık ve beslenme haklarının olmaması nedeniyle bebeklerde ölü doğum ve enfeksiyon sorunları çok yaygın.”

Suriyeli mülteci kadınların yaşadığı ekonomik sıkıntıları anlatmaya devam eden Kıvılcım şunları söyledi: “Kamp dışında yaşayan Suriyeli kadınların yüzde 97'si son bir ay içinde hiçbir gelir elde edememiş. Yüzde 78'i önündeki hafta için yeterli yiyeceğe veya onu temin etme imkanına sahip değil. Kadınlar normalde yaşanmak için kullanılmayan bodrum katları, dükkanlar ve kentsel dönüşüm için terk edilmiş yerlerde yaşamak zorunda bırakılıyor. Kürt mülteciler için durum daha da olumsuz. En büyük korkuları kampa gitmek. Birçoğu ölmeyi tercih edeceğini söylüyor. Bir kamptan kaçarak İstanbul’a gelen kadın mülteci tecavüz edilme korkusu olmadan yalnızca tuvalete gidebilmek beni en çok memnun eden şey dedi.”

Yönetmeliğin “iş piyasasına erişim” diye bahsettiği çalışma hakkının da henüz hayata geçmediğini, bu insanların hangi sektörlerde sömürüleceğine dair Bakanlar Kurulu kararı gerektiği ve bu kararın hâlâ çıkmadığını söyleyen Kıvılcım, kayıtsız olarak çalışan mültecilerin de ücretlerini alamadıklarını belirtti: “Kadınlar hayatta kalma stratejisiyle seks işçiliği yapmak zorunda kalıyor. 20 yaşında Fındıkzade’de yaşayan bir kadın mülteci, Suriyeli evli bir adamın ayda 500 TL karşılığında kendiyle ilişkiye girdiğini anlattı, ailesi duysa öldürüleceğini söyledi. Bir kısmı da kendilerine kötü otel odalarında barınma imkanı sağlayan erkeklerle ve otel işletmecileriyle ilişkiye girmek zorunda kalıyor. Bazı kadınlar da sokakta dilendirmek zorunda kaldıkları çocuklarının güvenliğinden endişeleniyor.”

Fas’tan ayrılmak isteyen Batı Sahra bölgesinden katılan Polisario Cephesi temsilcisi Mohamed Sidati, sözlerine İstanbul’da bulunmanın mutluluğunu anlatarak başladı ve “İstanbul en büyük ve en yüce şehirlerin şehri. Ve hayatında sadece adalet, eşitlik ve insanlık için şairlerin en büyüğü olan Nazım Hikmeti'in şehri” dedi. Göçün ardında yatan temel sebep olarak kapitalizmi gösteren ve sistemin insanlığa açlık, toplumsal ayrışma ve göç getirdiğini söyleyen Sidati, Batı Sahra halkının 40 yıldır iç savaş nedeniyle göçmek zorunda kaldığını anlattı. Avrupa Birliği ile Fas arasında yapılan anlaşmalarla AB’ye Batı Sahra sahillerinde balıkçılık yapma hakkının verildiğini ve bunun Batı Sahra halkının doğal kaynaklarını sömürmek anlamına geldiğine dikkat çeken Sidati, Fas ve AB’nin Batı Sahra açıklarındaki petrol faaliyetlerinin çevre felaketlerine yol açarak daha fazla insanı göçe zorlayabileceğini belirtti. Sidati, ABD’nin sınır gücü Frontex’in göç dalgasına karşı, özellikle de Fas, Tunus ve Libya’dan gelen göçmenlere karşı kurulduğunu, bu ülkelere para yardımı yaparak göçe yeltenen kişileri doğrudan kendi ülkelerinin sahillerinde engellemeyi hedeflediğini anlattı.

Filistin’in Özgürleşmesi için Demokratik Cephe üyesi Mihiar Eqtami ise Frontex’e karşı ortak bir politika geliştirilmesi gerektiğini söyledi ve “Yasal olmayan bir mülteci olamaz” dedi.

Filistin Halk Partisi’nden Jamal al Arja ise Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin işlevsizleşmesini eleştirdi. Geçmişte daha çok bireysel göçlerle karşılaşılırken günümüzde küresel krizler ve savaşlar nedeniyle kitlesel göçlerin çoğaldığına dikkat çeken Arja, “Bir kişi mülteci konumuna düştüğünde ona eksiksiz destek verilmeli. BM’nin 1951 ve 76’da imzaladığı mültecilik anlaşmaları ve 1948’de imzalanan İnsan Hakları Beyannamesi bunu gerektirmektedir, fakat uygulayan yok” ifadelerini kullandı.

Mısır Sosyalist İttifak Partisi’nden Alaa Shukrallah da Mısır’da insanların on binlerce Mısır Paundu ödeyerek kitleler halinde küçük botlara binip AB’ye ulaşma hayaliyle denizde boğulduğunu anlatırken siyasi göçler dışında ekonomik göçlere de dikkat çekilmesi gerektiğini ifade etti.

Avrupa Sol Partisi bireysel üyesi ve Sosyal Haklar Derneği’nden Nezih Kazankaya Türkiye’nin göçmenler konusunda bir transit ülke olmaktan çıkıp hedef ülke olmaya dönüşümünü değerlendirirken yoksulluk sınırının altında yaşayan 10 milyondan fazla yurttaşa rağmen göçmenlerin durumuna öncelik tanınması gerektiğini belirtti.

Danimarka’daki Kızıl-Yeşil İttifak’tan Inger Johansen, Avrupa Sol Partisi üyelerinin her konuda aynı fikirde olmadığını, fakat Frontex konusunda tam bir fikir birliği olduğunu anlattı ve “Bu konuda tavrımız çok açık. Birçok mülteci bu duvarı aşmaya çalışırken öldürülüyor. Bu, AB’nin zalim bir uygulaması” dedi.

İtalya’daki Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nden Fabio Amato, ülkesinde yükselen ırkçılığa dikkat çekti. “Sicilya sahillerinde korkunç bir felaket yaşanıyor, binlerce insan zengin Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken ölüyor” diyen Amato, ülkelerinde ilk başlarda Kuzey İtalya’nın ayrılığını savunan ayrılıkçı bir parti olarak ortaya çıkan fakat sonra açıkça ırkçı bir parti olduğunu anlaşılan Kuzey Ligi’nin Fransa’daki Ulusal Cephe ile aynı çizgiye geldiğini anlattı ve şunları söyledi: “İtalya’da bir trafik kazasında şoför göçmense gazeteler de dahil olmak üzere ırkçı tepkiler görürsünüz. Oysa İtalya’da halkın büyük bir kısmı göçmen. Üstelik bu göçmenlerin, sanıldığının aksine, çok az bir kısmı Müslüman. Bu ırkçılığa karşı tüm ülkelerden militanlarımız arasında bir bağ kurarak direnebiliriz. Avrupa Sol Partisi olarak da bu haftalar içinde yalnızca göçmenler konusunda çalışacak yeni bir çalışma grubu kurduk.”

'Sol bu seçimde bir çıkış yapamazsa sorumlusu AKP değil kendisidir'

Kobane Başbakan Yardımcısı Xalid Berkel: Kürdistan için değil insanlık için savaşıyoruz

'Ortadoğu'daki emperyal aktörler halkların içinden çıkmadı'

SYRIZA temsilcisi Finalis: Borçlanmayla post-modern borç kolonileri yaratılıyor

'Gericiliğe karşı Akdeniz’de ortak mücadele zamanı'

Akdeniz için kurtuluş reçetesi: Eko-sosyalizm

Akdeniz Solu Konferansı sonlandı