LEVENT TURHAN GÜMÜŞ* ‘Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. […]

Göklerde kartal gibiydi, kanatlarından vuruldu

LEVENT TURHAN GÜMÜŞ*

‘Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!” (1)

Sabahattin Ali, 71 yıl önce, yukarıdaki satırları kaleme almasından birkaç ay sonra karanlık güçler tarafından vahşice öldürülmüştü.

Trajik ölümüyle toplumsal hafızamızda derin izler bırakan Sabahattin Ali, yazı hayatına şiirle başlamıştı. Kitap olarak yayımlanan ilk eseri, içinde türkülere şarkılara konu olan birçok şiirin yer aldığı Dağlar ve Rüzgâr’dır.

Günümüz okuyucusunun daha çok romanlarıyla tanıdığı Sabahattin Ali, edebiyatımızın en kuvvetli öykücülerindendir.

Edebiyatın bütün yönleriyle hayatı ihtiva etmesi gerektiğine inanan Sabahattin Ali’nin ilk öykü kitabı olan Değirmen, 1935’te yayımlanır. Bunu toplumun en alt kesimindeki insanların öykülerinin anlatıldığı Kağnı izler. Hayatta kalma mücadelesinin insan ruhunda yarattığı karmaşa, tahribat ve çaresizliğin güçlü bir biçimde resmedildiği öyküler edebiyat çevrelerinde büyük ilgiye konu olur.

1937’de edebiyatımızda çığır açan başyapıtı Kuyucaklı Yusuf’la birlikte yabancılaşmayı, mehtaplı gecelerin yalnızlarını ve sesini kaybedenleri anlattığı üçüncü öykü kitabı Ses’i yayımlar.

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

1940, Sabahattin Ali’nin yazgısı açısından taşların yerli yerine oturduğu, artan oranda politikanın içine çekileceği bir sürecin başlangıç yılı olur. Nazi özentisi ırkçı bir çevrenin başlattığı saldırılara ideolojik bir yanıt içeriği de taşıyan İçimizdeki Şeytan romanını yayımlar. Kitap Turancı çevreler tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılanır. Nihal Atsız, yazarı vatan hainliğiyle suçlayarak dönemin başbakanına ihbar eder.

Birkaç yıl sonra, 1943’te, Kağnı ve Ses’te yer alan öyküleri birleştirerek Kağnı-Ses adı altında tek bir kitap olarak yayımlayan Sabahattin Ali, aynı yıl Kuyucaklı Yusuf’un ikinci baskısını ve Kürk Mantolu Madonna ve Yeni Dünya adlı yeni eserlerini yayımlar. Görüşlerini en çok merak ettiği kişilerden biri de Nâzım Hikmet’tir. Kitapları Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan Nâzım Hikmet’e gönderir. Kürk Mantolu Madonna ve Yeni Dünya ile ilgili görüşlerini bir mektupla ileten Nâzım, yazara kaleme aldığı yeni eserinden, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan bahseder. Sabahattin Ali cevabi mektubuyla birlikte aralarında kendi çevirisi Fontamara’nın da bulunduğu yeni kitaplar yollar. Yapılan çevirileri beğenen ama yanıt vermekte geciken şair, ‘Kardeşim’ diye başladığı mektubuna şöyle devam edecektir: “Sana mektup yazamayışımın tek sebebi seni rahatsız ettirmemek mülahazasıylaydı.” (2)

KOMÜNİST NÂZIM

Rahatsız etmemek değil, ettirmemek! İlk bakışta gereksiz bir hassasiyet gibi duran, “Komünist Nâzım’la yazışmanın getirebileceği olası sıkıntılara” işaret eden bu kaygı aslında bir gerçekliğe işaret etmektedir. Rahatsızlıklar, çok uzun olmayan bir zaman içinde yazar açısından fiili bir durum haline dönüşecek, Sabahattin Ali, bu kez doğrudan doğruya siyaset bahsi üzerinden mevcut iktidarla karşı karşıya gelecektir.

Yıl 1945’tir. Savaş bitmiş fakat ülke ‘örfi idare’ ile yönetilmeye devam etmektedir. Mevcut iktidar hem özgürlüklerden dem vurmakta hem de kendisini eleştirenlere karşı gözaltı ve yargılamalar yoluyla baskı uygulamaktadır. Ülke bir yol ayrımındadır. Sabahattin Ali, safını ‘zincirli hürriyet’ istemeyenlerden yana belirler. “Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi” diyerek bir adım öne çıkar. Bu, onun bir ‘münevver’, halka karşı sorumluluk duyan bir ‘muharrir’ olarak kaçamayacağı bir görevdir.

HASAN ÂLİ YÜCEL’E MEKTUP

Bu görüşlerini, Hasan Âli Yücel’e yazmış olduğu 14 Aralık 1945 tarihli mektupta şöyle belirtecektir:

“Sayın Yücel,

Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. (…) Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.” (3)

Bu mektup sonrası gelişmeler, yazarın giderek ‘siyasallaştığı’, onu trajik ölümüne kadar götürecek bir olaylar zinciri olarak yaşanır.

Memlekete ve kendisine dayatılan cendereyi kabul etmek istemeyen Sabahattin Ali, Aziz Nesin’le birlikte Markopaşa adlı bir mizah gazetesi çıkartır. Mizaha içerilmiş güçlü yergi, gazetenin başlık düzeneği içinde kendisine şu şekilde yer bulacaktır: “Markopaşa: Toplatılmadığı zamanlarda çıkar, siyasi mizah gazetesi”!

Cevdet Kudret’in anlatımıyla “Korkunç bir baskının egemen olduğu, evlerin basılıp arandığı, piyasada satılan kitapların dahi alınıp ‘çuval çuval zararlı evrak bulunmuştur’ diye gazetelerde haber yayınlatıldığı o tehlikeli dönem”de (4) Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in yayımladığı yazılar çölde vaha etkisi yaratır. Gazetenin altı binle başlayan baskı sayısı yayımlanan her yeni sayıda artarak altmış bine varan rakamlara ulaşır. Siyasi muhaliflerin tutuklandığı, biat etmeyenlerin işinden ekmeğinden olduğu bir ortamda Markopaşa ve devamı niteliğindeki dergiler başlıca muhalefet odağı haline gelir.

Sabahattin Ali sadece edebi yapıtlarıyla değil politik yazılarıyla da beğeni toplayan, çok okunan tehlikeli bir yazardır artık. Markopaşa’nın dört ayrı sayısında yayınlanan yazılar nedeniyle hakkında dört ayrı dava açılır. Yazıların üçü aslında başka kişilere aittir. Sabahattin Ali soruşturmada bu kişilerin ismini vermez, yazıları üstlenir. Üç ay içerde yattıktan sonra serbest bırakılır. Sonra bir başka yazısı nedeniyle hakkında tekrar tutuklama kararı verilip tutuklanır ve ilk duruşmada yine serbest bırakılır. Ardından bir başka dava açılır. Davalar ve davalara bağlı belirsizlikler birbirini izler. Baskının şiddeti günden güne artmaktadır. Aslında bu, merkezinde Sabahattin Ali’nin yer aldığı siyasi bir sürek avıdır.

NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ

Son öykülerini ve toplumsal yergi içeren masallarını bir araya getirdiği Sırça Köşk adlı kitabı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Yurtdışına çıkmak ister; pasaport talebi geri çevrilir. Bunalmıştır. Ali Baba’nın 25 Kasım 1947 tarihli ilk sayısında yer alan, ‘Namuslu olmak ne zor şeymiş’ diye başlayan yazısında söz konusu ruh halinin da etkisiyle şöyle yazacaktır: “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Halk hikâyelerini çok iyi bilen ve yer yer bunlardan yararlanan Sabahattin Ali, bazı hikâyelerinde yaptığı gibi bu kez de gazete için seçtiği ‘Ali Baba’ ismiyle özdeşleşen bir pratik sergileyecek, baskılara rağmen sözünü esirgemeyecektir.

Kavgacı, haksızlığa tahammül edemeyen mizacı ve yoksulların, kıyıya köşeye itilmişlerin, ezilmişlerin hayatlarına odaklanan incelikli ve cesur kalemi onu karanlık koşullardaki trajik ölümüne doğru sürükleyecektir.

‘Kırk Haramiler’e kılıç çekmiş, fincancı katırlarını ürkütmüştür.

Siyasi sürek avı, 1948’de, nisan ayının ilk günlerinde sona erer. Bize bu topraklar üzerinde görünmeyen, gösterilmeyen, ötelere itilen bambaşka hayatlar yaşandığını, bu hayatların var ve gerçek olduğunu temiz dupduru bir dille, gerçekçi, güçlü bir edebiyatla anlatan bu parlak zihin zalim eller tarafından vahşice katledilir.

Sabahattin Ali’nin gövde bütünlüğünü yitirmiş cesedi, öldürülüşünden birkaç ay sonra haziran ortalarında, Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında Öksüz Çatağı denilen mevkide bir çoban tarafından tesadüfen bulunacaktır. Yapayalnızdır; geceleri yıldızların, gündüzleri güneşin altında yıkanan cesedin ayakları çıplaktır.

***

Sabahattin Ali’nin katli ilk aydın cinayetlerinden biri olarak tarihe geçti. Muktedirler gerçeğin ortaya çıkmaması için planlı bir dezenformasyon politikası uyguladılar. Adı uzunca bir zaman fısıltıyla, korkuyla anıldı, kitaplarının yayınlanması engellendi.

Katl kararının verilmesine giden süreçte mevcut iktidarın halka yabancılaşmış bir çıkar grubuna dönüştüğünü alegorik bir tarzda, masal diliyle hicvettiği, son kitabına da adını veren ‘Sırça Köşk’ masalınının etkisi olduğu kabul edilir.

Yıllar ve yıllar sonra, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali’yle ilgili anılarını anlatırken şunları söyleyecektir: “Bu masalın Türkiye’deki o şartlarda basılmasının ne büyük bir tehlike teşkil ettiğini göz önünde bulundurarak, ‘Sabahattin, sen bu hikâyeyi basarsan sırça köşke karşı ilk fırlatılmış baş senin başın olur’ dedim. Sabahattin’in yanıtı, ‘Varsın sırça köşke karşı ilk atılan benim başım olsun’ oldu. (5)

Sırça Köşk masalı şöyle biter: Sakın tepenize bir sırça köşk kurdurmayınız. Ama günün birinde böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter. (6)

*Ayrıntı Yayınları editörü

  1. Sabahattin Ali, Ali Baba, Sayı 1, 25 Kasım 1947
  2. Filiz Ali Laslo – Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yayınevi, 1979, s. 186.
  3. Hazırlayanlar: Nüket Esen-Nezihe Seyhan, Sabahattin Ali / Mahkemelerde, YKY, 2004, s. 95
  4. Filiz Ali Laslo – Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, de Yayınevi, 1986, s. 398.
  5. Filiz Ali Laslo – Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yayınevi, 1979, s. 272.
  6. Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Remzi Kitabevi, 1947, s. 143.