Bu hayatın içinde gölge ve siluet olmaktan başka bir varoluş şansı tanınmamış kadınların, ezilen, eziyet gören bütün ötekilerin, başka bir dünyanın geniş kaldırımlarında dans eden kendileriyle kucaklaşacağı kayıp geleceklerin keşfedilmeyi beklediğini düşünmek güzel.

Gölgeler, siluetler ve kayıp gelecekler
Fotoğraf: SPM

Semiha Durak

Dünyayla yüzleşmekten mi korkuyorsun? Dağılıp parçalanmakta olan dünya ile? Aynadaki yüze soruyordum bunu. O sırada bir drone kamerası omuzlarımın üzerinden usulca gökyüzüne yükselecek olsa, kutular içinde durmuş bekleyen insanlar görecekti; aynı benim gibi ayna karşısında. Kararsız ve kaygılı. Aynanın arkasından çıkıp gelecek mucizeler hayal eden yüzler. Binler, yüzbinler… Kameranın kuşbakışı kadrajına takılıp kalacaktı; dünya ile beraber dağılıp parçalanmayı bekleyen donuk yüzlerimiz, bedenlerimiz.


Rüyaları ve hayalleri esir düşmüş, gölgesi kayıp insanlarız şimdi biz. Kayıp demek doğru değil aslında; ışıksızlıktan kaçıp terk etti bizi gölgelerimiz. Belki de, başka bir gezegenin geniş kaldırımlarında dans ederek yürüyordur şimdi, siluetlerimiz.

Gölgeler terk edince, hayaletlerle baş başa kaldık biz de. Hissedilen yalnızlık seviyesinin mevsim normallerinin üzerine çıktığı, aldatan zamanlar içinde... "Gerçekleşmemiş ütopyalarımızın bile nostaljisini" yaşamaya başlamışken bu “tekinsizlik” içinde; bunlar “Kayıp geleceklerin hayaletleri” diyor Mark Fisher. Ama o hep özlediğimiz, beklediğimiz ev, yuva, memleketin de işte bu “başımıza musallat olan hayaletlerle aynı yerde” olduğunu söylüyor. Çünkü iç içe her şey… Çözülürse ucu o karanlık geçmişin; gelecek de çorap söküğü gibi akıp gelecek düğümlendiği yerden. Nihayet bir adım atma şansı doğacak sayıklayıp durduğumuz bu ‘sıkıntılı’ yerden.

Peki, tam olarak nerede, ne zaman kayboldu gelecekler? Ve ışıksızlıktan terk etti bizi gölgeler? Soruyu duymuş gibi, dikmiş gözlerini bize bakıyor hayaletler. Yıkılmış duvarlar üzerinde yükselen parmaklıklar arasındalar. Siyah-beyaz, sessiz ve gölgesiz. “Tarihin sonu” denilen yerdeler. Tekinsiz.

“Tekinsizlik hissi, bir şeyler olması gerekirken hiçbir şeyin olmaması durumunda ortaya çıkar” diye fısıldadığını duyar gibi oluyorum Mark Fisher’ın. Ölümünün intihardan olduğunu yeni öğrendim ve bu beni biraz fazla sarstı. Çünkü korkuyla uzaklaştığımız bilinmeyene, kırık da olsa umutla yaklaşma cesareti veriyordu söyledikleri. İçinden geçtiğimiz karanlık dar koridorun ışıklı odalara açılacağı inancından ve tuhaf gelen yeniye, hiç bilinmeyene, ürküten özgürlüğe ilerlemekten korkmamak gerektiğini söylerken, çekip gittiğini bilmek üzücü. Başka bir dünyanın geniş kaldırımlarında dans ediyordur belki o da. Gölgeler, siluetler ve kayıp geleceklerle birlikte.

Sorunlarla baş ederken geçmiş travmalarımızı tekrar etmek gibi bir eğilimimiz var ya; tarihin tekerrürü dediğimiz de böyle bir şey sanırım. Aynı sorunlar içinde debelenirken, geçmiş travmaların tekrarından kurtaramıyor kendini tarih. Bu yüzden tekinsiz bir hiçlik içinde sayıklıyor insan da tarih de.

Bu ‘tekinsizlik’ yeni bir şey değil elbette. 1969 yılında, Der Spiegel 'den bir gazetecinin "iki hafta öncesine dek dünya düzgün bir yer gibi görünüyordu" sözleri üzerine, Profosör Adorno "Bana öyle görünmüyordu" diye cevap vermiş. Aynı röportajda Grabbe'den bir alıntı yapıyor: “Bizi yalnızca umutsuzluk kurtarabilir." Karamsarlık ve kötümserlikten uzak bir yere koyarak okumak gerekiyor bu cümleyi. Buradaki umutsuzluk, Mark Fisher'in harekete geçmekten başka bir çıkış yolu sunmayan, kırık umudu gibi. Eğer Fisher hâlâ buralarda olsaydı pandemiye, faşizme, yoksulluğa, savaşa, Amber ve Johnny davasına, kaybedenlerin yine en çok kadınların olmasına şaşırmayacak; küresel boyutta yaşanan bu krizleri yine müzik, sinema, tiyatrodan; yani Foucault’nun heterotopyalarından göndermelerle açıklayacaktı. Foucault’nun, 60'larda, ayna benzetmesiyle "coğrafi koordinatları olmayan, hem sanal, hem gerçek" olarak tanımladığı heterotopya kavramına sosyal medyayı da ekleyecekti, kaçınılmaz olarak. İçinden mucizeler beklediğimiz yeni aynalarımızı.

Kendi gerçekliğimizden kaçış sağlayan, hayali ve korunaklı mekânlar olarak algıladığımız sosyal medya, aslında bütün sistemi altüst edecek atom bombası gücünde. Ama tıpkı atom bombası gibi, zincirleri, formülleri, algoritmaları elinde tutan sistemi koruyor. ‘Kitlelerin afyonu’ gibi çalışıyor, kontrollü çalkantılar, küçük katharsisler yaşatıp geçici rahatlamalar sunuyor. Aynada gördüklerimiz, oraya bakıp söylediklerimiz, aynanın parlak yüzeyine çizdiğimiz hashtaglerle taciz gören her kadının, ezilen, öldürülen her insanın ismini kimliğimize eklediğimiz; sonra da cenazelerimizi kaldırıp ölülerimizi gömdüğümüz geçici, uçucu sandığımız anlarla sınırlı şimdi varoluşlarımız. Oysa oradan ötesi yok sandığımız için var bütün sınırlar. Yeni çağın heterotopyaları sosyal medyada söylediğimiz her söz, durgun suları dalgalandıran taşlar gibi etkili. Halkalar halinde yayılıyor söylediklerimiz. Yine de fiber optik kabloların ve tuşların gücünü ezilenlerin lehine çevirmenin mümkün olabileceğine, hashtaglerden yayılan dalgalara dönüşecek bir hareketin var olabileceğine dair umudumuz yok.
Ama “bizi yalnızca umutsuzluk kurtarabilir.”

Böyle bir hareketin varlığından, teknolojinin kadınlar ve toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayanlar için dönüştürücü bir güce sahip olduğuna inanan Laboria Cuboniks'in varlığından ve manifestolarından umutsuzluk denizimin kıyılarında, Mark Fisher okurken haberdar oldum. Zenofeminizm başlığını taşıyan manifesto için; “21. Yüzyılın Komünist Manifestosu gibi. Gerçekten o kadar iyi” demiş.

Laboria Cuboniks'in kafa karıştıran manifestosu yeni, farklı bir şeyler söylüyor. Feminizmi “cadı, sürtük, orospu ya da aptal” olmadığımızı bütün dünyaya kanıtlamaya çalışmanın ötesine taşıyor, “Doğa adil değilse, doğayı değiştir!” diye haykırıyor. Cinsel, sınıfsal, ırksal her türlü ayrıştırmanın karşısında. Ve bu karşı duruştan örgütlenen bir direnişe çağrı yapıyor. Dağılıp parçalanan dünya ile gerçek bir yüzleşmeye davet ediyor hepimizi. Manifestonun alt başlığı olan ‘yabancılaşma’ kavramını olumlu olarak kullanıyor; zaten yabancısı olduğumuz, çoktan iflas etmiş sistemi, evrensellik ve kolektivizm fikriyle ve teknolojinin gücüyle yeniden formatlayarak yeni bir dünya algısı yaratmak için yola çıktıklarını anlatıyorlar. Kayıp geleceklerin ancak böyle bulunacağının, kurulacağının sinyalini veriyorlar.

Bu hayatın içinde gölge ve siluet olmaktan başka bir varoluş şansı tanınmamış kadınların, ezilen, eziyet gören bütün ötekilerin, başka bir dünyanın geniş kaldırımlarında dans eden kendileriyle kucaklaşacağı kayıp geleceklerin keşfedilmeyi beklediğini düşünmek güzel. Her şeyin bir fikir, bir hayal mesafesinde olduğunu… Mucize, değişim, devrim beklediğimiz her ne ise belki de gerçekten aynaların arkasında; ışığı yansıtan, aktaran, dalgalar yaratan fiber optik kabloların ve tuşların öbür ucundadır.