Emin Alper küçük yaşta kasabaya besleme olarak gönderilen üç kız kardeşin hikayesini konu alan son filmi Kız Kardeşler’de toplumumuza egemen olan kapatılmışlığın, sıkışmışlığın filmini, hepimizin beslemeler gibi hissettiği bir zamanın alegorisini yapıyor.

Gönüllü ya da mecbur: Besleme gitmek

MURAT TIRPAN

Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan Emin Alper’in üçüncü uzun metraj filmi olan Kız Kardeşler, Türkiye’de vizyona girdi. İstanbul Film Festivali'nden En İyi Film dahil 4 ödül alan ve son olarak Saraybosna Film Festivali'nden de En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren film için Emin Alper ile bir araya geldik. Bir ailede üç kızın besleme olarak başka ailelere verilmesini konu alan film için Alper, “Göçmenleri de aynı durumda görüyorum, anavatanlarından çıkıp başka yerde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamayı tercih ediyorlar. En ağır işlerde en kötü işlerde çalışmayı tercih ediyorlar” diyor.

Tepenin Ardı, Abluka ve şimdi ‘beslemelik’ müessesesini ele alan bambaşka bir film. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Film besleme kızlar ile ilgili bir hikaye anlatıyor, bu konu benim çocukluğumdan gelen, kafamı çok meşgul eden bir konuydu. Beslemelik büyüdüğüm yetiştiğim kasabada çok yaygın bir uygulamaydı. Kızların başka yere gidip orada yetişmeleri ama asla normal bir muamele görmemeleri, fiziksel görünüşlerinden saçlarının kesiminden aile içinde aldıkları eğitime kadar asla asli unsur olamamaları çok sarsıcı. Bir şekilde onlarından emeklerinden yararlanılması bana hep hüzünlü gelir, rahatsız ederdi. Aslında Tepenin Ardı’ndan beri aklımda olan bir projeydi ama ancak şimdi gerçekleşti. Biraz da farklı bir iş yapma isteğinin sonucu olarak bu projeyi raftan indirdim, yazmaya başladım. Yazmaya başladıkça kız kardeşlerin yanına yeni karakterler eklendi ve gelişti. Bu anlamda en kişisel projem budur diyebiliriz.

Bu anlamda çok konuşulmayan ama oldukça gerçek ve sarsıcı bir mesele.

Evet çok gerçek, deneyimlerimden biliyorum. Sadece bu denklemde filmde anne yok, anne olsa üç kızkardeşin üçü de besleme verilmeyebilirdi. Çünkü genellikle bir kız besleme verilir, evi birçok açıdan rahatlatmak için.

Aslında burada değişmeyen bir şey var, yine diğer filmlerinizdeki gibi karakterlerinizi bir mikro evrene kapatmış oldunuz. Film dağların içerisine sıkışmış bir köyde geçiyor çünkü.

Tamamen öyle, ama aslında bu defa bunu yapmayalım diyerek filme kasabada başlamıştık ama sonuçta yine estetik açıdan bence çok etkili olan bir kapatılmışlık duygusu ortaya çıktı. Ancak şöyle bir şey de var, biraz da diğer filmlerden farklı olsun diye o evrenin dışına kasabaya dair de çekimler yapmıştım, filmin başında kasabada geçen bir kısım vardı. Hatta onu çektik de biz Sivas’ta. Kızların, özellikle ortanca kızın kasabadaki yaşantılarına dair bir bölümdü, hikayenin öncesini anlatıyordu ama kullanmadık daha sonra kurguda. DVD çıksa oraya koymak isterdim o bölümleri, ya da artık bir Youtube kanalına konabilir.

Köy de oldukça etkileyici bir yer, dağların içerisinde biraz tekinsiz biraz yalnız bir mekan. Artvin’di yanılmıyorsam?

Evet, Artvin, Yusufeli, Havger Köyü. Görüntü yönetmenim Emre Erkmen ile çok uzun süre çalıştık mekan konusunda. Mekanı bulduk ve gidip fotoğrafladık. Köy zaten mevcuttu ama kimsenin yaşamadığı bir yerdi, sadece yazın bazı köylüler geliyor. Orada birçok şey hazırdı ama evi mesela yeniden kurduk.

Emre ile bir ay önce kadar kapandık ofise ve çalıştık, test çekimleri yaptık, dekupajı çalıştık. Sete girerken neyi yapacağımızı aşağı yukarı biliyorduk. Genelde sabit kamerayla çektik filmi. Orada çalışma koşulları da çok zordu, kaldığımız yerden her gün bir saat gidip geliyorduk köye. Çok tehlikeli de bir yoldu, kaygan ve bozuk bir yol. Ama ben İstanbul’dan uzak bir yerde kapanıp ekiple bir yerde film çekmeyi seviyorum. Bu çok yoğunlaşmanızı, sadece filmi düşünmenizi sağlıyor. Dünyayla ilişkiniz kesiliyor ve odaklanıyorsunuz, ben bu duyguyu çok seviyorum.

Bu mekana sıkışmışlıktan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz aslında sanıyorum, bilmiyorum katılır mısınız, sizin sinemanızı tanımlayan iki şeyden biri bu, diğeri de alegorik okumalara çok müsait olması. Tepenin Ardı ve Abluka buna çok müsaitti ve öyle de okundu zaten bu filmde de böyle bir okuma bekliyor musunuz izleyicilerden ve eleştirmenlerden?

Evet Tepenin Ardı’nda zaten öyleydi, Abluka’da o politik atmosfer açısından barizdi alegorik okumalar, ama bu filmde o kadar değil. Bu filmi ancak Türkiye’den olan izleyici daha alegorik olarak okuyabilir, özellikle son üç yılda yaşadığımız sıkışmışlık halini bilen, bunu yaşayan izleyici daha çok öyle okuyacaktır filmi. Yurt dışındaki eleştirilerde de böyle okumalara çok rastlamadım.

Bu filmde de bir zamansızlık durumu var, bu zamansızlık güncelliğin referanslarından seyircinin zihninin kurtulmasını sağlıyor. Yoksa hemen bahsedilen dönemdeki olaylara referansla okuma yapmaya çalışılıyor. Mesela bu en çok beni Abluka’da zorladı. Orası Gazi Mahallesi diye düşülmeye başlandığı zaman, o zaman şu örgüttür filmdeki diye düşünüldüğü zaman, bu yorumlar filmin anlatmak istediği şeyin önüne geçebiliyor. Zaman referansı olmadan o tartışmaya seyirci girmiyor böylelikle, burada da aynı durum var. Zamansızlık benim hem estetik olarak hoşuma gidiyor, hem hikayeyi evrenselleştiriyor, hem alegorik okumaya açıyor hem de gereksiz tartışmalardan filmi koruyor.

Kız Kardeşler’deki bu sıkışmışlık hali, hatta filmin sonu aslında yeni Türkiye sinemasında da sık görülen bir hal. Özellikle tarzı farklı olsa bile taşra filmlerinde çok fazla benzer duygu var. Bunun, içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürle ilişkili olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette. Özellikle son dönemde giderek ağırlaşan bu siyasi atmosfer bize daha fazla böyle filmler yaptıracak gibi görünüyor. Ben bu durumu filmin tüm yapım sürecinde de hissettim. 2016 itibariyle yazmaya başlamıştım, tam o dönem de 15 Temmuz arından gelen OHAL süreci kızlarla ilgili konuştuğumuz birçok duyguyu bana da yaşattı. Her şeyi, tası tarağı toplayıp biz de gidelim, biz de Avrupa’nın beslemesi olalım.. Bu tür bir hissi, bu sıkışmışlık halini çok derinden yaşadım ve gözlemledim. KHK’lı olma riski yaşadım, hatta arkadaşlarım oldular. Bu durum bana hem o sıkışmışlık atmosferini yaratmada hem de kızları anlamada çok yardımcı oldu.

gonullu-ya-da-mecbur-besleme-gitmek-624399-1.

Sıkışmışlıktan bahsediyoruz sürekli ve bu bir taşra hikayesi. Aklıma Nurdan Gürbilek’in metni geliyor taşra sıkıntısından bahsettiği. Bu tür filmlerin hepsinde bir taşra sıkıntısı vardır, oradan çıkamama, ne yapacağını bilememenin getirdiği bir durum. Bu filmde ise bu yok gibi, tam aksine bir ‘taşra gerginliği’ hissediyorum.

Bence de yok burada bir taşra sıkıntısı. Taşra sıkıntısı daha çok dediğiniz gibi yapacak bir şeyi olmayan, daha iyi bir hayatı uzaktan uzağa özleyen kişilerin olduğu bir dünyayı hatırlatıyor bana. Burada daha çok çaresiz bir hikaye var. Buradan bir an önce çıkmalıyım hissi, bir aciliyet duygusu var. O yayvanlık, genişlik yok, acı var burada, daha keskin duygular var.

Tabii ben taşraya ne kadar güzel manzaralar çekerim diye gitmiyorum. Beni mesele ve hikaye motive ediyor. Burada da beslemelikti konu. Hatta ilk fikir şehirdeki halini gözlemlemekti kızların dediğim gibi, ama ondan sonra köydeki hikayenin daha etkili olacağını düşündüm ve bu beni oraya getirdi. Yoksa o manzaralar ve oradan aldığım sosyolojik/antropolojik haz değil meseleyi nasıl anlatırım sorusudur beni oraya götüren.

Filme bir ‘kadın filmi’ diyen de oldu gördüğüm kadarıyla, çok da popüler bir tanım son zamanlarda, katılır mısınız bu adlandırmaya?

Ben filmime kadın filmi demem. Kadın filmi sıfatı bir filme ağır şeyler yükler, zaten ben de bu tür sıfatlardan korkarım her zaman. Kadınlar kadar erkekler de ön planda burada. Kadınların kıstırıldığı bir dünya tasvir ediyoruz, kıstıranlar da elbette erkekler, otoriteyi ve parayı simgeleyen Necati Bey ve işbirlikçileri. Burada tek ayrıksı yere sahip kişi çoban Veysel. O da erkek olmasına rağmen toplumsal konumu nedeniyle o da bir besleme aslında. Beslemelerin bile alt pozisyonunda, besleme Reyhan tarafından bile aşağılanan halde. Bu özelliği sayesinde sistemi bozan dinamikleri harekete geçiriyor. Mesela deli Hatice de öyle ama o çok yan karakter. Burada daha çok deliliğiyle mutlu bir karakter koydum filme, ki genelde delilik mutsuzlukla eş tutulur.

Bir de kadınlığa girme gerginliği var kızlarda, özellikle Reyhan üzerinden tanımlanmış olan. Filmde Türkiye sinemasında pek görmediğimiz bir sevişme sahnesi var. Yayık ayranıyla başlıyor ve sonra arzu ve tiksinme bir araya geliyor, tuhaf ve etkili bir sahne.

O sahneler benim için Reyhanın cinsellikle ilişkisini resmetmesi açısında çok önemliydi. Taşrada kadınların cinselliğinin bastırılmış şekilde yaşadığı söylenir ama bu pek doğru değildir. Köylerde kasabalarda alt sınıf kadınlar cinselliklerini açıkça yaşayabiliyorlar. Mesela Nurhan bizim arketipik olarak cinsellikten korkan kadın modeline uyarken, Reyhan’ın bu konuda hiç sıkıntısı yok. Ayrıca orda şöyle bir durum var, izleyenler bilecektir, Rehyan ve kocası Veysel’in ilişkisini ters çevirmek istedim orada. Filmde zaten sınıfsal hiyerarşik pozisyonlar çok sabit değil, değişken olabiliyor bu hikaye içerisinde. Mesela bu Reyhan-Veysel ilişkisi böyle, Veysel’in erkek olarak daha hakim olması beklenir, buna uygun olarak baştaki yataktaki hareket de Veysel’den gelir. Ama daha sonra Rehyan o sevişme sahnesinde bunu tersine çevirir. Azarlıyor hakaret ediyor en son de bir cinsel haz nesnesine indirgiyor. Bununla oynamak beni çok heyecanlandırdı. O sahne benim için aynı zamanda Veysel’in en aşağı pozisyonda oluşunu vurguluyordu.

Filmde kızlardan biriyle evlenmiş yarı deli Veysel karakterimiz var, ama bu karakter en akıllı şeyleri söylüyor gibi.

Evet kadınları bu hale sokan köydeki düzeni tehdit eden, ezilmiş ve isyankar bir karakter koydum filme. Veysel evet uyumsuz, köyün de tam olarak nereye koyacağını bilemediği bir karakter. Shakespeare oyunlarındaki soytarı gibi, bir taraftan çok akıllı. İnsanları eğlendiriyor ama rahatsız da ediyor laflarıyla. Doğruları söylüyor bir kere, pat diye söylenmeyecek şekilde söylüyor. Nitekim filmdeki gizli, sırrı gerilimi açığa çıkaran da Veysel oluyor. Filmdeki en acı olaya da neden olan Veysel aynı zamanda.

gonullu-ya-da-mecbur-besleme-gitmek-624401-1.

Aslında bütün filmde alttan alta Veysel hor görülüyor, baba hor görüyor onun babası da böyleydi deliydi diyor, eşkıyaların geldiğine inanmıyor, ciddiye alınmayan bir karakter Veysel ve o sahnede iyice açığa çıkıyor bu hali. Beni çok heyecanlandıran bir karakterdir Veysel, bir taraftan sempatik bir taraftan da deli gerçekten. Tamamen altmetin okursak Veysel aslında köyün en güzel kızıyla evlenmiş, belki kendi sınıfından biriyle evlense belki böyle bir kader beklemiyordu onu, ama böyle güzel ve akıllı bir kızla evlenmiş olması onda hem aşağılık kompleksi yaratıyor hem de onu mutlu edebileceğini düşünüyor. Mesela Necati Bey’den iş istiyor benzincide çalışmak için. Ama bir türlü onun bunu hayata geçmesine izin vermiyorlar, sadece Necati değil karısı da bunu yapıyor. İşte bu noktada korkunç bir noktaya doğru gidiyor. Tıpkı bir trajedi kahramanı gibi, ben trajedi kahramanlarını çok severim bu yüzden ona sempati duyuyorum.

Filmin sonunda karakterlerin vardığı nokta çok karamsar bir final gibi geldi bana. Babanın tekrarlayarak anlattığı hikayede olduğu gibi bir döngü var ve oradan hiç çıkamayacaklarmış gibi.

Buna çok itiraz etmem ama filmin karamsar olması, döngüye sıkışmış insanlara dair olması benim karamsar olduğum anlamına gelmez. İkisi arasında bir koşutluk yok. Tam aksine sonunda rahatlamış bir seyirci mi istiyoruz biz, yoksa rahatsız bir seyirci mi? Ben ikinciyi tercih ediyorum, rahatsız olmuş, üzülmüş ama bu söz konusu döngüye de öfke duymuş bir seyirci hedefliyorum. Buradan daha ciddi bir potansiyel çıktığını düşünüyorum. Ötekini biliyorsunuz Hollywood daha çok tercih eder. Dolayısıyla ben burada karamsarlığı yergi olarak almam, varsa bu karamsarlık seyirciyi dürten onu rahatsız eden ve onu daha eleştirel düşünmeye iten bir karamsarlık olmalıdır, benim de hedefim bu.

Benim etkilendiğim tüm filmler romanlar da böyledir biraz, bütün 19. Yy. klasikleri, tüm trajediler böyle biter. Madame Bovary ölür, Anna Karanina ölür. Sevgilileriyle mutlu olamazlar. Onların tüm bu karamsarlıkları bize toplumun iki yüzlüğüne dair, Karanina’yı bağrına basmayan topluma dair bir tepki vermemizi sağlar. Bu çok karıştırılıyor o yüzden vurgulamayı istiyorum, özellikle soldan bazı arkadaşlar bu karamsarlığı yaydığım konusunda eleştiriler yapıyorlar bazen, ama tam da önemli nokta bu. Karamsar final demek seyirciyi pasifize eden bir final değildir, tam aksine seyirciyi ayağa kaldıran, düzene karşı tepki duymasını sağlayan bir finaldir.

Ayrıca benim düşüncem daha çok bu döngünün kaynağının o köy yaşantısı olduğu fikriydi. Çünkü baba karakteri filmin başından beri sürekli aynı şeyleri tekrarlıyor zaten, hatta kızı bunu söylüyor ‘Baba aynı şeyleri anlatma’ diye. Sürekli aynı şeyleri anlatan hep baba ve bu ona ve köye ait. Babanın anlatması tesadüf değil yani. Doğru burada bir döngü var, yıllardır süren, devam eden bir tekrar var ve o döngü filme mizahi bir şekilde ağırlığını koyuyor. Ama yine de Reyhan’ın o döngüyü kıracağını düşünüyorum ben.

gonullu-ya-da-mecbur-besleme-gitmek-624400-1.

Bu karamsarlık sevdiğiniz yazarlardan biri olan Çehov’a da bağlı sanırım.

Çehov da öyledir büyük yazarların çoğu gibi. Çehov’un Çukurda hikayesi mesela benim beslendiğim metinlerden biridir ve oldukça karamsardır. Aynı şekilde Üç Kız Kardeş’te de Moskova’ya asla gidilmez. Ama benim tek kaynağım Çehov değil. Ben Türk romanından da çok beslenirim, örneğin Kemal Tahir’ler, Yaşar Kemal’ler de benim kaynaklarımdandır. Ama dünya itibariyle evet en fazla Çehov dünyasına yakınım, bu film de sanırım en yakın işim diğerlerine nazaran.

Beslemeliğe dönecek olursak, evet çok trajik bir durum ama bir yandan da gönüllü kölelik gibi. Filmdeki kızlar da zorlanıyorlar, acı çekiyorlar ama bir yandan da başka bir ailede gidip yaşamayı gönüllü olarak istiyorlar.

Bu çok hassas bir mevzu. Mesela filmdeki ortanca karakter Nurhan aslında başka bir eve besleme olarak gitmek konusunda gönüllü değil. Zorunlu olmakla gönüllü olmak arasında fark var. Nurhan buna maruz kaldığının farkında, bu kahredici koşulların farkında olduğu için buna rağmen diğer yaşantıyı tercih ediyor. Benim için ironik olan, sefaletin altını çizmemi gerektiren noktaydı bu. İnsanlar bazen tırnak içerisinde ‘gönüllü köleliği’ kabul ediyorlar çünkü yaşadıkları ortam o kadar karamsar ve olumsuz ki köle olmayı tercih ediyorlar. Buradan yola çıkarak yaşadığımız toplumsal eşitsizliğin altını çizmek istedim. Bu zaten gerçek bir olay, benim kendi deneyimlerimden bildiğim beslemeler ne kadar zor olsa da ailelerine dönmek istemezler, o ikinci sınıf pozisyon bile geldikleri yere yeğdir onlar için.

Bunu evrensel anlamda başka toplumsal karşılıkları da var. Ben mesela göçmenleri de aynı durumda görüyorum, anavatanlarından çıkıp başka yerde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamayı tercih ediyorlar. En ağır işlerde en kötü işlerde çalışmayı tercih ediyorlar. Örneğin doktor ya da mühendis ama gidip ağır işleri yapabiliyorlar. Burada işte bu gönüllü kölelik mi, tercih mi yoksa sosyal koşulların zorlaması mı tartışmasını yapmalıyız. Belki Nurhan koşa koşa çantasını alıyor ama bundan mutlu mu?

Aslında toplumun zorladığı ama onların iradesinde gönüllülük gibi görünen bir durum bu. Tam da beni heyecanlandıran şey buydu bu hikayede, bunlarla oynamak istedim. Aslında gitmek istediklerin yerin hiç de onların düzeyinde gönüllü gidilecek yerler olmadığını da vurgulamak istedim.

Filmdeki ilginç noktalardan biri de filmin açılış ve kapanışında kameranın arabanın arka camına yerleştirilmiş olmasıydı. Bu o arabaya binmiş çocukların ayrılırken geriye bakması hissiyatı geldi bana, giderken bir yandan ayrılmamak istememek gibi.

Evet tam da öyle. Burada mesela Mommo filmini hatırlayabiliriz. Bu camdan bakma hali çok güçlü bir imgedir zaten, ayrılırken hüzünle geriye bakan çocuk. Mommo çekilmeden önce de ben bir besleme filmi çekmeyi düşünüyordum dediğim gibi. Mommo da aynı meseleyi işlemiştir, ailesinden koparılan çocuğun arabadaki imgesi orda da vardır. Benim için de o aynı duygusal, hüzünlü anı simgeler.

Ben filme besleme kızı geri getiren bir babanın imgesiyle girmek istemiştim. Arkasından ikincisinin de gelmesi fikrini, iki kızın ardarda köye yağmur gibi yağmaları fikrini sevdim. Tam da girişte meseleyi daha çok güçlendirecekti bu. Birileri çukurdan düşmüş çıkmaya çalışırken diğerleri de ardarda düşüyor. Bu tür bir duyguydu açılışta arabaların üst üste gelmesi ve kızları getirmesinin nedeni.

Film bir oyunculuk filmi temelde, istediğiniz oyuncuları bulmak zor oldu mu diye sormak istiyorum. Kız kardeşler çok önemli ama mesela Veysel gibi bir karakteri de oynamak zor.

Başından beri bunun oyunculuk filmi olduğunun farkındaydım ve bu endişeyi taşıdım. İyi oyunculuk mutlaka gerekliydi. Kapalı mekanlarda kesintisiz sekiz dokuz dakika süren sahneler var filmde ve bunları seyirciye izletebilmenin yolu iyi diyaloğun yanında iyi oyunculuktur. Bu yüzden seçmeler ve prova süreçlerinde çok çalıştım. Cast direktörümüz Ezgi Baltaş bize çok geniş bir oyuncu havuzu sundu. Hem yaşlı hem de çok genç bir kadro ile çalıştık. Filmde yaşlılar genelde deneyimli oyuncular tarafından oynandı. Hepsi beni çok tatmin eden işler çıkardılar.

gonullu-ya-da-mecbur-besleme-gitmek-624402-1.

Bir erkek yönetmen olarak kız kardeşlerin kendi aralarındaki ilişkiyi iyi hayata geçirmişsiniz.

Filmi izleyen kadınlardan çok olumlu tepkiler aldım bu konuda ben. Belki bu bir riskti benim için ama çok da zorlanmadığımı söyleyebilirim. Karakterlerimizi yaratırken sadece kendimizden değil gözlemlerimizden hareket ediyoruz. Kız kardeşlikten çok benim referansım kardeşlikti. Bilirsiniz bazen birbirilerinin gözünü oyarcasına agresif ama birkaç dakika sonra inanılmaz bir dayanışma içerisinde olma hali sadece kardeşliğe has bir şeydir. Kız ya da erkek burada çok fark etmiyor.

Kız Kardeşler Kültür Bakanlığı desteği alamamıştı, yeni projenize ise bildiğim kadarıyla destek çıktı. Son olarak buna dair bir şeyler söylemek ister misiniz, belki yeni projeyle ilgili de birkaç ipucu alabiliriz.

Bu film için başvurmuştuk ama destek çıkmadı. Tam 15 Temmuz sonrası OHAL’de muhalif kesimlere karşı oluşan baskı ortamında desteklerin verilmediği bir dönemdi. Yeni film için evet destek çıktı ama yine de Türkiye’de bir şeylerin değişeceğine çok çabuk inanmamak lazım. Erken iyimserlik bizde hep hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu filmin Berlin’de sevilmesinin etkisiyle, ki tam o dönemde başvurmuştuk son proje için, destek aldım diye düşünüyorum. Biliyorsunuz artık kurul da değişti, yeni yapıda tamamen bakanlık temsilcilerinin etkisi var. Bakalım, neler olacak göreceğiz.

Bundan sonra festival yolculuğumuz devam ediyor. Asya Prömiyerini yapacağız Busan’da. Sonra Viyana’ya gidecek film. Bir yandan son projeye de çalışıyoruz. Yeni film de alegorik yanları olan bir iş olacak. Bu kez kasabaya gidiyorum, hiç kasabada geçen bir hikaye yapmamıştım. Biraz Abluka gibi bir dünyaya döneceğiz, yine bir mikro evren, yine erkekler, yine siyasi tarafları olan bir hikaye şu anki haliyle.