Mahir Ünsal Eriş’in ‘Olduğu Kadar Güzeldik’ kitabının güzel öykülerinden ‘Benim Adım Feridun’ Çağan Irmak tarafından filme çekildi ve 11 Kasım’da vizyona girdi. İletişim Yayınları ise öyküyü çizgi öykü olarak kitap yaptı

‘Gördüğüm dünyayı anlatmaya çalışıyorum’

HALDUN ALKANAT

Mahir Ünsal Eriş 2000’li yıllar öykücü kuşağının önemli temsilcilerinden biri. Dünya Bu Kadar ile roman dünyasına da giriş yaptı. “Naif, samimi” damgası yiyen ilk iki kitabı sonrasında bambaşka bir biçimin olanaklarını zorlayan Eriş, edebiyatını üzerine yapışan etiketleri yırtarak farklılaştırmanın yollarını arayan bir yazar. Eriş’in Olduğu Kadar Güzeldik kitabının güzel öykülerinden Benim Adım Feridun Çağan Irmak tarafından filme çekildi ve 11 Kasım’da vizyona girdi. İletişim Yayınları ise öyküyü çizgi öykü olarak kitaplaştırdı. Mahir Ünsal Eriş ile öykünün filmleşme ve kitaplaşma sürecini, üzerine yapışan etiketleri, bir yazar olarak izlediği yolları konuştuk.

>>Benim Adım Feridun Çağan Irmak tarafından filme çekildi. Öykünün filmleşmesi nasıl bir duygu?
Aslında tam olarak öyle oldu diyemem. Benim öykümden yola çıkarak kendi hikayesini çekti Çağan Irmak gibi bir şey oldu biraz. Hikayede kendi gördüğü Feridun’u çekti diyebilirim sanırım. Yine de çok heyecan verici tabii. Kara kara duvarlara bakarak karanlık odalarda karaladığım şeylerin ete kemiğe bürünmesi, cana gelmesi nerden bakarsan bak heyecanlı bir şey.

>>Aşk acısı gerçekten bir insanı benliğini yok edecek kadar etkileyebilir mi?
Aşk acısı denen şey galiba insanın o benliğinden ödün verme halinden besleniyor biraz. Acıdıkça, insan kendinde azaldığını hissedip, kendinde azaldıkça bu duruma daha çok acıyor, tuhaf bir sarmal. Tabii bunlar üzerine konuşmak biraz anlamsız. Çünkü sübjektif yargılar içermesi son derece doğal önermeler. Herkes kendi hikayesini bilir.

>>Senaryo yazım aşamasında bir diyaloğunuz oldu mu Çağan Irmak’la?
Yok, yazım sürecine katılmak anlamında olmadı. Ama Çağan, senaryoyu yazarken benimle çok paslaştı. Her şey bittiğinde benim birkaç ufak Bandırmalı müdahalem, daha doğrusu önerim oldu senaryoyla ilgili. Ama hikayeye, filme, karakterlere değil çoğunlukla Bandırma ve Erdek’e dair önerilerdi bunlar. Filmin yazılmasına hiç karışmadım. Zaten benden hikayeyi isterken de, “Ben bu hikayeyi istiyorum, bana ver ve sen gerisine karışma, razı mısın?” demişti, ben de eyvallah demiştim, hakikaten de öyle oldu, bitince gördüm senaryoyu ilk kez.

>>Filmle aynı zamanda kitap olarak da yayımlanıyor Benim Adım Feridun. Fikir kimden çıktı?
Bu, henüz ortada film fikri bile yokken, Levent Cantek’in bir projesiydi. Böyle bir dizi hazırlamak istiyordu. Tek öykülük, çizimlerle canlanıp güzelleştirilmiş koleksiyonluk bir dizi olacaktı. Piyango Feridun’a çıktı gibi oldu biraz. Dizi onunla başladı. Devamı da, başka yazarlar, başka çizerler ve başka hikâyelerle gelecek bildiğim kadarıyla.

>>Murat Başol’un çizimleri de derinlik katmış hikayeye ama bir yazar olarak, kelimelerin gücüne inanan biri olarak, hikayenin resimlenmesi ya da filme çekilmesi garibine gitmedi mi?
Ben ortada duran bir anlatıyı her sanatçının gönlünce yeniden ele alabilmesinin keyifli olduğunu düşünüyorum biraz. Herkes her kitabı okurken bir film çeker ona kafasında, öyle değil midir? Okuduğumuz hikayeyi zihnimizde ona çektiğimiz filmle düşünmeye öyle alışırız ki hiçbir edebiyat uyarlaması film bizi tatmin etmez. Bu ayrı, ama sadece film değil, sanatın mümkün olan tüm alanlarında halihazırda mevcut olan fikir ve hikayenin defalarca yeniden yorumlanabilmesinden yanayım. Kimi beğenir kimi beğenmez, ya da kimini beğenirsin kimini beğenmezsin, orası başka mesele. Ama olması iyidir.

>>Öykülerinde taşradan konuşuyordun ve nedense üstüne samimi-naif damgası yapışmıştı…
Damgayı bilemem de bir şeyi ayırmak isterim. Taşradan konuşmuyordum aslında, bildiğim, gördüğüm dünyayı anlatmaya çalışıyordum, hala da öyle, ama oralarda büyüdüğüm için oranın sesi dökülüyordu bir şekilde. Kaldı ki insanların “taşra” diye altını çizip naiflik atfettiği şey artık coğrafi değil zamana dair bir adlandırmayı vurguluyor bence. Çünkü artık bizzat şehirlerin kendisi, yirmi otuz yıl öncesine kıyasla bugün basbayağı taşralar. Dev kasabalar. Sinema ve tiyatro salonları kapandıktan, dev kültür merkezleri atıl vaziyette yıkılmayı bekledikten, kent kültürü ve kent hayatının bir parçası sayılan aktivitelerin hepsi marjinalleştikten sonra o yerin nüfusu yüz milyon olsa kaç yazar ki, oraya şehir diyebilir miyiz? Bizi kapsayan kuşağın taşraya düşkünlüğü coğrafi bir eğilim değil, insanın daha ön planda olduğu, insani değerlerin geçer akçe olduğu bir dünyaya duyulan özlemin yakıcılığıdır bence.

>>Dünya Bu Kadar’da neredeyse tüm Türkiye’ye yayılan bir metin kaleme aldın ve bambaşka bir biçim denedin. Bundan sonra nasıl bir yol izleyeceksin?
Yazıyorum bir şeyler. Öykü kitaplarımı okuyup orada kurmaya çalıştığım anlatıyı benimseyenler Dünya Bu Kadar’ı biraz yadırgadılar gerçi. Ama yine de kendi anlatımın dışında, yeni biçimler oluşturmayı denemeye devam edeceğim tabii. Bence her kitap dünyaya yeni bir şey söylemek için yazılıyor olmalıdır diye düşünüyorum, ama doğru ama yanlış. Var aklımda yeni bir şeyler. Ömür olsun da.

>>Türkiye gündemi sürekli değişir, ülke bir korku imparatorluğuna dönüşürken masaya oturmak, bir şeyler yazabilmek oldukça zorlaşıyor. Boğazında bir yumruyla yazmak diyorum ben buna. Sen nasıl başa çıkabiliyorsun bununla?
Kendi adıma çok zorlandığımı söyleyebilirim. Memlekette, dünyada neler oluyor, ben burada oturmuş nelerle uğraşıyorum diye çok kahrettiğim oluyor bazen. Ama geçecek biliyorum, gece olmadan gün doğmaz, hiçbir balon sonsuza kadar şişmez. Elbet bir noktada bu sıkıntıların sonu gelecek. Asıl bu travmayı atlattıktan sonra memleket üzerinde bıraktıkları tahribatı nasıl onaracağımızı düşünmek lazım. Maalesef memleketin hem psikolojik hem de fiziksel coğrafyası üzerinde yarattıkları hasar akıl sır ermeyecek boyutlarda.