Sermaye yanlısı düzenlemelerin en kapsamlısı 1980 sonrasındaki özelleştirme salgınıdır. Bu salgın sadece devletin doğrudan ekonomik girişimleriyle (KİT'ler) sınırlı kalmadı. Sağlık ve eğitim gibi 'toplumsal mal ve hizmet' niteliğini taşayan alanları da derinden vurdu. Öncü kitleler bu gelişmelere tepkisiz kaldı denemez; ama süreci durdurabilecek kadar önemli bir direnç de gösterilemedi.

Görebilen gözler için kral çıplak

OĞUZ OYAN

"Kralın çıplak" olduğunu aslında herkes görür ama bunu söyleyebilen sadece bir çocuk olur; çünkü onun saf dünyası politik/ekonomik çıkar hesaplarıyla henüz kirlenmemiştir.

Peki, herkes herşeyi görebiliyor mu gerçekten? Bu sorunun yanıtı ne yazık ki genellikle olumsuz. Sistemin bütün ideolojik aygıtları halka hakikatlerin çıplak değil çarpık görüntülerini sunmak için yarışırlar. Asıl perdelenmesi gereken, sistemin sömürü ilişkileridir. Ama kapitalist devletin kendisinin de bu ilişkileri sürdürmenin ana manivelası olduğu gerçeği, daha da iyi gizlenmesi gereken bir "sır"dır. Devletin ve devlete hâkim olan siyasi hareketin sınıflar karşısında "tarafsızlığı" efsanesi hep canlı tutulmak istenir. İktidarın odağındaki siyasi hareket ne denli sermaye yanlısı düzenlemeler yapsa da, emekçi kitlelerin önemlice bir bölümü -hâkim ideolojinin de etkisiyle- bunu ona "yakıştırmaz" ve kültürel yakınlıklar kurduğu iktidarı desteklemeye devam eder. Bazen, bir baş siyasetçinin "ben zengini severim" türünden açık saf tutmaları uyarıcı olur ve belirli bir süre siyasi dengeleri emek lehine değiştirme gücüne kavuşur. Ama bu ya çok sürmez ya da sürerse "manu militari" (askeri darbelerle) icabına bakılır. Aslında 2002 sonrasında askeri darbelere de gerek kalmayacaktır; çünkü kesintisiz sivil darbeler çağı açılacaktır.

HER ŞEY GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE OLDU

Sermaye yanlısı düzenlemelerin en kapsamlısı 1980 sonrasındaki özelleştirme salgınıdır. Bu salgın sadece devletin doğrudan ekonomik girişimleriyle (KİT'ler) sınırlı kalmadı. Sağlık ve eğitim gibi "toplumsal mal ve hizmet" niteliğini taşayan alanları da derinden vurdu. Öncü kitleler bu gelişmelere tepkisiz kaldı denemez; ama süreci durdurabilecek kadar önemli bir direnç de gösterilemedi.

Küresel virüs salgınlarının ortaya çıkmasında kapitalist sistemin çevreye/doğaya/insana saygısız gelişme tarzının, ürettiği ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin rolü asıl belirleyicidir. Ama bu salgınlar ortaya çıktıktan sonra toplumların onlarla baş etme kapasitesini belirleyecek olan da sağlık alt yapısının durumudur. İşte bu "baş etme kapasitesinin", özellikle ABD ve çoğu Avrupa ülkesi düzleminde 1980'ler sonrasında önemli ölçüde tahrip edildiği görülmektedir.

10 bin nüfus başına düşen hastane yatağı bakımından ABD'de 1970'deki 79 yatağın 2016'da 28'e; Fransa'da 1980'de 110 yataktan 2019'da 60'a gerilediği görülür. İtalya'da, on bin nüfusa düşen nitelikli yatak sayısı 1980'de 92,2 iken 30 yıl sonra sadece 27,5'tir! (R. Lambert ve P. Rimbert, Le Monde Diplomatique, Nisan 2020, s. 1 ve 20-21). Birleşik Krallık'ta sağlığa en büyük darbe 2010 sonrasındaki on yılda vurulur; nüfusun en yoksun yüzde 10'luk dilimine yönelik aile yardımlarını yüzde 40 oranında, yerel kamusal harcamaları yüzde 31 oranında tayınlanır. (M. Marmot, Le Monde Diplomatique, Nisan 2020, s.18-19).

Türkiye'de ise sağlıkta özelleştirme özellikle AKP döneminde yoğunlaşıyor. 2002'de toplam 164 bin 471 yatak sayısının yüzde 7,5'i özel hastanelere aitken, 232 bin 913 toplam yatağın olduğu 2018'de bu oran üç katına yani yüzde 21,6'ya yükseliyor. Sağlık Bakanlığı hastanelerinin (2002 için SSK hastanelerini de dahil edersek) toplam yatak sayısındaki payı, aynı dönemde yüzde 76,5'ten yüzde 60,2'ye geriliyor. Bu arada üniversite hastanelerinin yatak sayısı içindeki payları da yüzde 16'dan yüzde 18,1'e çıkabiliyor. (Sağlık Bakanlığı, Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018, s.119). Bu yatak sayısının büyük bölümünün de devlet üniversitelerine ait olduğu düşünülürse, devletin payının yaklaşık olarak 2002'de yüzde 90'dan 2018'de yüzde 75'e gerilediği sonucu çıkarılabilir.

Demek ki ilk bakışta Türkiye'de her şeye rağmen sınırlı kalmış bir özelleştirme söz konusu gibidir. Ancak kent merkezlerindeki önemli devlet hastanelerinin son yıllarda tam bir tasfiyeye uğradığını ve kamu-özel ortaklığı (KÖO) üzerinden inşa edilen devasa şehir hastanelerinin devlet envanterinde gözükmesine rağmen güçlü bir özelleştirmeci mantıkla çalıştırıldıklarını ve kamu maliyesi açısından tam bir karadelik olduklarını görmezden gelemeyiz. (KÖO kapsamındaki tek bir "şehir hastanesinin" devlete bir milyara yakın yıllık kira vs ödeme yükü çıkardığı, bu parayla her yıl yeni bir hastane yapılabileceği önemli bir eleştiri konusudur).
Öte yandan, Türkiye'nin yatak kapasitesini artırmak bakımından çok yetersiz kalındığını, 10 bin kişilik nüfusa düşen yatak sayısının 2002'de 24,8'den 2018'de ancak 28,3'e çıkabildiğini, bununla da ancak sağlıkta çok gerilemiş bir ABD'nin düzeyine eşitlenebildiğini görmekteyiz. Oysa rekoru ellerinde tutan Japonya ve G. Kore'de ortalama yatak sayısı sırasıyla 130 ve 122'dir. Dünya üçüncüsü Almanya'da 80'dir. AB ortalaması 49 iken, Doğu Avrupa ülkelerinin hemen hepsi, sosyalist sistemin mirası olarak, AB ortalamasının hatta Fransa'nın oldukça üzerindedir. Buna karşılık krizden en çok etkilenen İtalya, İspanya ve Birleşik Krallık, sağlık sistemleri en fazla çöküntüye uğratılmış olanlardır. Bunların 2019'daki yatak sayıları, sırasıyla, 31,8; 29,7 ve 25,4'tür. (Sağlık İstatistikleri Yıllığı, s. 123 ve 124).

İş bu noktaya gelince, hastaları solunum cihazına bağlarken bir seçim yapmak zorunda kalınınca, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki toplumsal kalkınmaya en fazla katkıyı sağlamış olan "baby boom" kuşağını topluca feda eder duruma düşülür. Neoliberalizmden nefret etmek için yeterli neden birikmiş olabilir, peki ama "kral çıplak" diyebilenler yeterince çoğaldı mı?

EKONOMİYİ AÇMAK, SAĞLIĞI FEDA ETMEK

Türkiye, Covid-19 salgınına şimdiye kadar iyi yetişmiş ve özverili hekimleri/sağlık personeli sayesinde karşı koyabildi. Ciddi gecikmeler ve yanlış kararlar, doğru bir tercih olan (ama her tavsiyesi uygulanmadığından eksik kalan) Bilim Kurulu uygulamasıyla kısmen telafi edilebildi. Ama şimdi ikinci evreye geçilmesine Bilim Kurulu'ndan ziyade Saray'ın ve sermayenin karar verdiği bir süreçten geçiliyor. Zaten çok kırılgan olan ve 2019 krizinden yeni çıkmış bir ekonominin uzatılmış bir "kapanmayı" kaldıramayacağı düşünülüyor. Ama egemen siyasetin asıl kaygısı, ekonomiyle birlikte kendi altlarındaki toplumsal zeminin de kayacak olması. O nedenle, baştan beri benimsenen "sosyal temasın yoğun olduğu hizmet sektörlerini sınırla ama sanayi üretimini durdurma" tavrı, aslında birçok Avrupa ülkesinden çok farklı değildi.

Bizdeki asıl farklılık şuydu: İktidardakiler insanları sıfır gelire mahkûm ederken, onları süregiden yükümlülükleriyle, kira, geçim harcamaları, borç senetleri, kredi kartı borçlarıyla (gelecek ayın geliri kredi kartlarıyla peşinen harcadığından, gelirler kesilince iki kat yük altına girildi) başbaşa bırakmış oldular; ama kendi idari kararlarının (işyerlerini kapama, evlere kapatma) gereği olan kamusal sorumluluklarını (gelir desteği sağlamayı) hiç üzerlerine almadılar. Benzer durum, işten çıkarılan milyonlarca emekçi için de geçerli oldu. Bu ancak otokrasi koşullarında mümkün olabilecek bir "çözümdü".

Şimdi sorumluluklardan kurtulmak için yeni bir çözüm sunuluyor: Herkes, perakende sektörü dahil, işine dönsün, hem halkın hem ekonominin sorunu çözülsün! Çoğunluk açısından bu olanaksızdır. Önümüzde, işsiz sayısının en az ikiye katlanacağı, gelir ve servet dağılımında var olan uçurumun dibe doğru daha fazla kazılacağı yeni bir dönem açılmakta. Üstelik henüz en kötüsü yaşanmadı; on binlerce emekçi -ki bunların arasına orta ve üst düzey yöneticiler de girecek bu defa- şimdi işlerine dönüşlerinin mümkün olmadığını öğrenecekler. Üstelik sadece işyeri kapasitesinin daraltılması nedeniyle de değil, bazı şubeler kapatılacağından, bazı işyerleri iflas bayrağını çekeceğinden hiç faaliyete geçemeyecekler.

Peki, ekonominin, eğitimin, giriş sınavlarının, sporun, perakende ve hizmet sektörlerinin bu erken açılması gündemi, salgında ikinci bir krizi tetikler mi? Uzmanlar, TTB, hatta Bilim Kurulu üyelerinin bir bölümü tetikleyeceğinden emin veya bu konuda endişeli. Ama Türkiye'de sağlığımız bile Saray'ın ihtiyaçlarına göre belirleniyor.

İktidar hem sorumluluktan kaçabilmek hem de ekonomideki çöküşün görülmesini engelleyebilmek açısından artık kitleleri ikna etme kapasitesinin aşındığını hissediyorsa (ki anketler de bunu gösteriyor), en iyi bildiği şey olan zorbalığa sığınacaktır. Şimdi bu ikinci aşamaya geçildiğine dair işaretler çoğalmakta.

gorebilen-gozler-icin-kral-ciplak-729422-1.
İktidar hem sorumluluktan kaçabilmek hem de ekonomideki çöküşün görülmesini engelleyebilmek açısından artık kitleleri ikna etme kapasitesinin aşındığını hissediyorsa (ki anketler de bunu gösteriyor), en iyi bildiği şey olan zorbalığa sığınacaktır. Şimdi bu ikinci aşamaya geçildiğine dair işaretler çoğalmakta.

EKONOMİK YASAKLARDAN DARBE SÖYLENTİLERİNE

Otokratik iktidar yapıları, kontrol edemediği otonom muhalif yapıların varlığını kendisi için bir tehdit olarak algılar. Gerçek bir tehdit olmasalar bile, otokratik rejimini sağlamlaştırmak bakımından bu muhalif odakların susturulmasını önceliklerinin başına yazar. Özellikle de yerel yönetimlerin en önemlilerinin bir yıldır muhalefetin elinde bulunması iktidarın kimyasını bozan bir etki yapmaktadır. Bunların bir bölümünün şimdiden kayyum üzerinden merkezi iktidara bağlanması yeterli görülemez. Daha fazlası için fırsat kollanır. Hele, muhalefetin yerel yönetimler üzerinden merkezi iktidara yürüyüşü olasılığının (1994'ten 2002'ye kendi pratiğinin tekrarlanmasının) mutlaka kesintiye uğratılması gerekir.

Bunun için muhalif büyükşehir belediyeleri ablukaya alınır, gelirleri kesilir, borçlanmalarına/bağış toplamalarına sekte vurulur, merkezi iktidardan daha başarılı sosyal devlet uygulamaları içinde gözükmelerine izin verilmez. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri gibi bu kısıtlamaların arkasından dolanma aklına/gücüne sahip kritik önemdeki belediyeler saldırılara daha fazla hedef olur. Ankara BB'nin veresiye defterlerini kapatma örgütlenmesi, İstanbul BB'nin İGDAŞ'a borcu olanları "askıda fatura" uygulamasıyla bağışçılarla buluşturması, iktidarın sinirleriyle oynar. Oynar çünkü Ankara ve İstanbul BB, örnek uygulamalarıyla, en çok da AKP seçmeni olan yoksul kitlelere ulaşmayı başarmaktadırlar. (TTB, TMMOB gibi yarı-kamusal kuruluşlara saldırılar ise iktidar açısından daha tâli mahiyettedir).

Bu arada ekonomi iflasın eşiğindedir. Dış kaynak bulunamamaktadır. Dış finansal sermaye kendi kapkaçcı doğasına uygun olarak, fırsat bulduğunda, TL üzerine spekülatif ataklar denemeyi ihmal etmemektedir. TCMB, döviz rezervleri üzerinden müdahale imkânlarını geçen aylarda fazlasıyla tükettiği için araç sıkıntısı yaşamakta, dolayısıyla dövizi tutamamakta, kurda geri gelmeler olsa bile aşırı oynaklık frenlenememektedir. İşte tam da bu ortamda, Şubat 2020'de Bankacılık Kanunu'nda yapılan değişikliğe dayanarak (m.76/A) "Finansal Piyasalarda Manipülasyon ve Yanıltıcı İşlemler Hakkında Yönetmelik" çıkarılmakta ve BDDK'ye geniş cezalandırma yetkileri tanınma aşamasına geçilmektedir. "Döviz kuru hakkında yanlış veya yanıltıcı izlenim uyandırmak", "faiz, döviz kuru, CDS gibi referans değerlere etkide bulunacak işlemlere dahil olmak" tan "yanlış bilgi ve söylentileri yaymaya" kadar giden alabildiğine muğlak "suç" kategorileri icat edilmektedir.

Burada daha fazla ayrıntıya giremiyoruz, ama zaten millet "olayı" anladığını sosyal medya üzerinden gösteriyor. Şu kadarını ekleyelim: İktidar ekonomide iyice sıkışınca, otoriterlik uygulamalarını mali/ekonomik alana da yansıtmaktan geri durmamaktadır. Bu bir çaresizlik belirtisidir. Ekonomiyi polisiye önlemlerle, cezalarla düzene sokma çabaları hiçbir dönemde sonuç vermemiştir.

AKP iktidarı, FETÖ ile başlayıp sonra onsuz devam eden sürekli bir koalisyonlar ve sivil darbeler iktidarıdır. Koalisyon içi çekişmelerin 15 Temmuz 2016'da "nur topu" gibi bir askeri darbeye yol açması da aynı kapsamdadır. Nitekim, 20 Temmuz 2016'dan itibaren yeni Anayasa ve Başkancı rejimin gündeme alınması, sivil darbelerin en köşelisine götürecektir.


Bugünlerde muhalefeti, özellikle de CHP'yi hedefine alan darbe söylentileri ise sadece ekonomik/mali sıkışıklığı görünmez kılmak için bir "cambaza bak" şeklindeki gündem çarpıtması değildir. CHP üzerinde bir "kapatma" baskısının, belediyeler üzerinde bir kayyım baskısının canlı tutulmasının fırsatçılığını da içinde taşır.

SONUÇ

Bazı olgular, biraz çaba gösterilirse, göründükleri gibi olmasa da kendileri içinde kavranabilir. Oysa bazı olgular ancak başka olgularla ilişkilendirilerek kavranabilir. Bu, daha analitik bir düşünce yapısını gerektirir. Örneğin, 65 yaş üstüne solunum cihazı verilmemesi, o insanların ve yakınlarının bir gerçeğin dramatik ve çıplak bir biçimde farkına varmalarına yol açar. Ama neoliberal politikalarla bu "ölüme terk etmeler" arasında bir ilişki kurabilmek için daha fazlası gerekir. Kuşkusuz siyasi ve ekonomik örgütlenmeler bu kavrayışı hızlandırıcı bir rol oynayabilirler ama eğitim etkeninin, mücadele pratiğinin ve zaman boyutunun da işin içine girmesi gerekebilir. Onun için bıkmadan yılmadan örgütlenmeye ve aydınlanma mücadelesine hız vermek gerekir.