Şiddet ve iktidar sorunu içiçe geçmiş iki kavram. Fotoğrafta şiddeti belgelemek hakikati tespit ve delil niteliği için önemli. Fakat şiddetin estetize edilmesi sorun -şiddetin pornografikleştirilmesi-. Öyle ki şiddete, örneğin kadına yönelik erkek şiddetine vurgu yapmak isteyen ve kozmetik kurgularla üretilen şiddet simülasyonları ile fotoğrafta anlam kurmak modaya dönüşmüş durumda. Viktor Burgin bu şekilde çalışan fotoğrafçıları anlam kuranlar olarak tanımlıyor.

‘İsimsiz Film Kareleri’ adlı serisiyle tanınan fotoğrafçı Cindy Sherman, toplumsal cinsiyette kadın kavramı etrafında ürettiği fotoğraf serilerinde, kendini model alarak kadın imgelerini canlandırmış. Bu seriler içerisinde şiddet konusunu da ele almış, fakat bunu yaparken dayak yemiş bir kadın kimliğini değil, maruz kalınan şiddet olgusunun çeşitli görünümlerini sunmuş.
Fotoğrafçı Nan Goldin’de ise doksanlarda şehir bohemyası, yeraltı mekanları, gay barları, drag queen’ler, transvestizmin türlü hali, şehir marjinaliteleri, kaba bir cinsellik, pornografiye yakın bir erotizm ekspresyonizmi, otobiyografik fotoğraflar olarak vuku buluyor. Fotoğrafın objesi bazen dağınık bir yatakta sigara içen androjen kadın, bazen kendisini gerçekten döven kocası Brian’ın erekte olmuş penisi olabiliyor. Yediği dayaklardan sonra kendini fotoğraflıyor.

Bu farklı fotoğrafik söylemler farklı gerçeklikler yaratmaktadır. Birinde göndermelerle gerçekliğin kozmetik kurgulanarak yeniden oluşturulması ve sorgulanması var, diğerinde fotoğrafçı tarafından yaşamda var olan bir gerçekliğin belgesi.

Sanat yapıtı olarak fotoğraf, içinden çıktığı toplumun bütün çelişkilerini taşır/taşımalıdır. Bu çelişkileri fotoğraflarla ortaya koyma çabası; meşrulaştırılarak görmezden gelmeye çalışılan şiddeti ve şiddetin travmatik etkilerini gösterme çabasıdır da.

Ancak sorunun sürekli aynı biçimde ‘dayak yemiş kadın’ bedenleri ile sunulması -özellikle kurgularken- amacın da içini boşaltmaktadır. Yılmadan anlatacağız, göstereceğiz, ama şiddetin iktidarla olan ilişkisini de anlatmamız gerekiyor. Bize ait olan bedenlerimiz üstünde sahip olduğumuz bir iktidarın varlığını ve bu nedenle bedenin baştan beri iktidarların temel müdahale alanlarından birisi olduğunu unutmuyacağız.

Şiddetin iktidarla olan ilişkisi unutuluyor/unutturuluyor. İktidar gücünü sınıflı toplumdan alırken, bir yandan da bu sınıflı toplumu kendi yasalarıyla disipline ediyor, yetmedi şiddetin/baskının dozunu yükselterek özel hayata müdahil olma ayrıcalığını kullanıyor ve bunu biyo-iktidarıyla perçinliyor. Ekonomik, fizyolojik, psikolojik her türlü işkence yoğun bir şekilde devam ederken, bedenlerin itinalı idaresiyle ve bedenleri emirler ve yasaklar sistemine sokarak denetim altına alıyor.

İnsanları harekete geçireceği düşünülen acı fotoğrafları 19. yüzyıldan itibaren halka öyle sık gösteriliyor ki tam tersi bir etki yaparak şiddet imgelerine çok fazla maruz kalan kişiyi büyük acılara karşı duyarsızlaştırıyor.

Kan ve vahşet içeren fotoğrafların nasıl gösterileceği bile iktidarın tekelinde: Geçmişte Vietnamlıların ölü bedenlerinin tüm ayrıntıları, günümüzde Ortadoğu’da IŞID’in dehşet katliamları ya da Ebu Garib fotoğrafları basında yer buluyor. Çünkü onlar zayıftır, eziktir ve çirkin bir şekilde ölürler. Ancak Amerikalılar, acının kaynağı kendileri olduğunda bunu fotoğraflayıp sergilemek konusunda hevesli değillerdir. 11 Eylül sonrası Dünya Ticaret Merkezi’nde çekilen fotoğraflardan bakış nesnesi olarak onaylanan ve gerek sergilerde gerekse haberlerde karşımıza çıkan fotoğrafların büyük çoğunluğunda ölü bedenler, kopmuş uzuvlar ya da acı içinde kıvranan Amerikalılar görmemiz olanaksız gibidir. Benzer şekilde şehit denilince ilk akla gelen, şehitlerin fotoğrafları eşliğinde bayrağa sarılmış tabutlardır. Şehit bedenleri asla ceset şeklinde gösterilmezler.

Rambo filmlerinin kahramanı Stallone, Amerikan politikalarının kültürel ayağını oluşturan bir metafordan çok daha fazlasıydı; Rambo nesli türemekteydi. Şiddetin fotoğraf ve sinema sanatıyla ilişkisine yakından baktığımızda bu aygıtların kapitalizm için önemli bir hizmet aracı olduğunu görürüz.

Gösterinin bir etiği olmalıysa, görmenin de bir etiği olmalı. O da; manüple edilen görüntü biçimlerini mücadele alanı olarak görmek.