Süreyya Köle Fotoğraf: Neslihan Karayakaylar Tamyaman Son romanı Yalan Satıcısı ile bir Türkiye panoraması ortaya koyan Attila Şenkon, incelikli, usta işi anlatımıyla çıkıyor karşımıza. Yaşadığı ülkenin kanayan yaralarına etik açıdan yaklaşan roman kişisinin gözünden okuruna yeni bir bakış açısı sunuyor. Attila Şenkon ile Yalan Satıcısı üzerine söyleştik. • Kitabın kapağındaki daktilo resmi yalan satıcısının ne […]

Gücünü özgürlükten alan kahkahalarla gülelim

Süreyya Köle

Fotoğraf: Neslihan Karayakaylar Tamyaman

Son romanı Yalan Satıcısı ile bir Türkiye panoraması ortaya koyan Attila Şenkon, incelikli, usta işi anlatımıyla çıkıyor karşımıza. Yaşadığı ülkenin kanayan yaralarına etik açıdan yaklaşan roman kişisinin gözünden okuruna yeni bir bakış açısı sunuyor. Attila Şenkon ile Yalan Satıcısı üzerine söyleştik.

• Kitabın kapağındaki daktilo resmi yalan satıcısının ne sattığını bir anlamda söylüyor olsa da benim gözüm nedense bir politikacı şapkası görmek istedi orada…

Yalan Satıcısı, izlemediği filmlerin yalnızca adlarından ve afiş görsellerinden esinlenerek sanki onları görmüş gibi mahalledeki çocuklara anlatan Işık Şensoy’a yetmişli yılların başında arkadaşı Orhan tarafından takılmış bir ad aslında. Bu masum adın yarım asır sonra, günümüz Türkiyesinde okurun zihninde farklı imgeler yaratması, gözünde başka simgeler canlandırması hiç de şaşırtıcı değil. Romanda anılan kimi politikacılar ve medya kişilerinin söylediği yalanlara gönderme yapılarak kitabın kapağına bir melon şapka da televizyon ekranı da konulabilirdi kuşkusuz. Tercih edilen daktilo ise dürüst yalancılara verilmiş bir selam olduğu kadar, Işık’ın babası Ziya Bey’e de bir saygı duruşu aynı zamanda.

•Yalan Satıcısı’nı bir yanıyla, toplumsal belleğin oluşumuna edebiyat yoluyla katkı sunma çabası olarak görmek de olası mı?

Toplumsal belleği yok etme düşüncesiyle gündemin bilinçli şekilde hızla değiştirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Yapay bir gündem yaratma ekibi halkın kafasını karıştırmak, işlerine gelmeyen şeylerin üzerini örtmek için gece gündüz durmaksızın çalışıyor. Kimi zaman kırk akıllının çıkartamayacağı bir taş atıyorlar kuyuya, kimi zaman incir çekirdeğini doldurmayacak bir olayı abartarak insanları günlerce oyalıyorlar. Hatta arada bir kantarın topuzunu kaçırıp dayanaksız iddianameler düzenledikleri, sahte destanlar yazdıkları bile oluyor. Romanı kurgularken toplumsal belleğin oluşumuna edebiyat yoluyla doğrudan bir katkı sunmayı amaçlamadım, ama Yalan Satıcısı silinmeye, unutturulmaya çalışılan ülke gerçeklerinin bir kısmını okura anımsatıp üzerlerinde yeniden düşündürebiliyorsa bundan mutluluk duyarım.

• Toplumsal meselelere yaklaşırken siyasal ve örgütsel yakınlığın getirdiği taraf olma hali sizin roman kişiniz için geçerli değil sanırım. Öyle ki neredeyse aynı duyarlılıkla yaklaşabiliyor, Ergenekon Davasına, Cumhuriyet Mitinglerine, Cumartesi Annelerine ve ölüm orucundakilere…

Olaylara etnik, politik değil etik açıdan bakıyor çünkü. Etiketleri soyulduktan sonra ortada kalan insanı önemsiyor o. Kayıp yakınlarına da, ölüm orucundakilere de, meydanlarda slogan atıp hakkını arayanlara da, yargılananlara da bu nedenle aynı duyarlılıkla yaklaşabiliyor. Yine de büsbütün tarafsız olduğu söylenemez. Hangi terazinin iki kefesi her zaman, her koşulda dengededir ki?

• Zamansız ve mekânsız hikâyeler çağında, bu eksikliği gideren bir roman sizinki. Bir taraftan yakın çağın fotoğrafını gözler önüne sererken, diğer taraftan Ankara’nın yaşam haritasını ortaya koyduğu açık.

Doğma büyüme Ankaralıyım. Kentin her semtinde, her sokağında, her parkında anılarım var. Kişisel yaşam haritamın Ankara’nın yaşam haritasıyla örtüşmesi son derece doğal. Romanımdaki kurgusal tarih şeridinin yakın çağınkiyle kesişmesi ise zaten kaçınılmaz. Böyle olunca, Hayri ile Berna’ya Tuna Caddesi’nde Tekel işçilerinin direniş çadırları önünde; Arif Bey ile Suzan’a Yenişehir’de Büyük Sinema’nın görkemli salonunda; Işık’a Kuğulu Park’ın komşusu Kıtır’ın masalarından birinde rastlamak okura samimi ve inandırıcı geliyor. Bir mimar olarak mekânlara roman kişisi gibi yaklaşıyor, onları edebiyatın kalıcılığına fiziksel yapıları kadar ruhlarıyla da emanet etmeyi seviyorum. Yalan Satıcısı zamanlı ve mekânlıysa bundan ötürü.

• Romandaki yazarın, yarattığı karakterlerle çevrili bir dünyada yaşamasını bir yazar olarak nasıl değerlendirirsiniz? Şizofreni ile yaratım gücü arasındaki o ince çizgide yürümek tehlikeli gelmiyor mu kimi zaman size de?

Yalnız Işık Şensoy değil ki, bütün yazarlar yarattıkları karakterlerle kuşatılmış bir dünyada yaşıyorlar. Bir kiralık katille, lezbiyenle, Alzheimer hastasıyla ya da kayıp yakınıyla empati kurmaya çalışmak yorucu; benim yaptığım gibi onlara parmak izlerini, kan gruplarını, burçlarını bilecek kadar yaklaşmak oldukça tehlikeli elbette.Ama o ince çizgide yürümeyi göze almadan, inandırıcı şekilde başkası olmanın bedelini ödemeden yazarlıktan söz edilebilir mi?

• Roman kişinizin kafe ortamında yazmayı tercih ettiğini görüyoruz. Ya siz, hangi koşullarda yazarsınız?

Ben de Yalan Satıcısı’nı romanın geçtiği yerde, Kıtır’da yazdım. Kırk yıldır müdavimi olduğum mekânın dostlarımla bira içmeye alışkın olduğum masası giderek çalışma masama dönüştü. Günün her saatinde kalabalık, gürültülü ve hareketli olmasına karşın, yazarken hiç rahatsızlık duymadım. Bu farklı deneyim beni her yerde, her koşulda yazabileceğime inandırdı.

• Yalan Satıcısı için -onca ciddi konuya değindiği halde- asık suratlı bir roman demek zor. Aksine, satır aralarından yüzünü gösteren ince bir mizah karşılıyor okuru. Biraz da ‘Faşizm mizahın gübresidir’ sözünü hatırlatarak, mizahın edebiyattaki işlevine ilişkin ne söylemek istersiniz?

Keşke daha güler yüzlü bir roman yazabilseydim… Ne yazık ki, içinde yaşadığımız coğrafya ve ömür denilen zaman diliminin payımıza düşen kısmı mürekkebimin rengini koyulttu. Hayatla dalga geçen bir roman yazmak niyetiyle oturduğum masadan aklın ipini ancak bu kadar salarak kalkabildim. Her tür baskı ve bezdiriye karşı dik durmanın, meydan okumanın yolu inadına gülmek olsa da, faşizmin beslediği bir mizah bizden uzak dursun. Gücünü özgürlükten alan kahkahalarla gülelim…

• Ve son olarak, Peter Pan… Bir yazar olarak içinizdeki çocuğa sımsıkı sarıldığınızın ve ondan sonuna kadar kopmayacağınızın bir göstergesi sanki…

James M.Barrie’nin Olmayan Ülke’de hiç büyümeden yaşayan karakteri Peter Pan tıpkı Sağkız gibi hem az önce adını andığım iki romanımda geçiyor hem de içimdeki çocukla yarenlik ediyor. İlkokul öğrencisiyken okuduğum Peter Pan’dan çok etkilenmiş ve kendi kendime ‘belki bir gün yaşlanacağım, ama asla büyümeyeceğim’ diye söz vermiştim. Aynaya baktığımda içimdeki muzip, iyimser çocukla karşılaşmak yaşam gücü veriyor bana. Dilerim aramızdaki bu bağ hiç kopmaz.