Gültepe rölans

ONUR AKYIL

Yokuştan aşağıya, hırdavatçının tam karşısından, karakolun sokağına… Yaz yeni başlamış, dar kapısında oturan yüzü öyle diyor Nail’in. Betonlar bir akıyor gözleri İzmir’e doğru. Burası kenar; Gültepe. Ben demiyorum kenar diye, Nail’in duvarında yazıyor. Duvar, Nail’in saçı gibi. Katı, gri, dağınık ve dökülmüş yer yer. Nail’in önünden geçiyorum, her sabah oluyor bu. O hep iki büklüm; belki katlanmış bir kâğıt, katlanmış ama bir türlü eşitlenmemiş uçları, öyle bir kâğıt. Ayakları sınır belliyor sanki kaldırımı, hiç ama hiç ayaklarının sokağa taştığını görmedim. Evin önünde, balkonsuz, penceresiz evin önünde bir mahpus belki, bir şeyleri andırmak görevi ile yaşıyor Nail. Biliyor mu bunu? Bilmiyor. Bir şeyleri andırdığının hiç farkında değil.

Başka bir yaz, yetmişlerin ortasında. Aynı sokak. Aynı dar kapı. Delikanlı Nail, delikanlılığın yerini bilen bir delikanlı. Zaman, karışık zaman, Türkçesi bozuk bir şey var havada, yığılmış havaya, insandan ve insanın olandan uzak bir şey. Hani şu yıllar sonra, şimdi yani, bir pencerenin, bir balkonun, azlığın ya da çokluğun olmadığı yerde çevrilmiş yalan dünyanın, dumanın izi gibi bir şey. Çoktur; bilmez mi Nail, böyle zamanlar çoktur, adı olmayan her şeyin çoğaldığı ve bir kırıklıktan bir hastalığa, rüzgardan yağmura, acıdan bekleyişe döndüğü şey, şeyler. Gecenin körü bir kızı öldürdükleri bu sokakta… Nail’in gözlerinin korkunun biçimini aldığı, o çok mu çok iyi tanıdığı delikanlılığın nefessiz kaldığı o gece… Elbette hiç unutmadı o kızın yüzünü; hatta hala Gültepe’de adı anıldı mı insanlar titrerler, kimileri olduğu yerde kalır öylece, koca koca adamların ağladığı, yazın soğuduğu olur. Bir şehrin bir semti değildir Gültepe, kenardır, mahalleli çocuklar hep duvarlara yazarlar bunu. O zaman da yazarlardı; o zaman başka türlü ama kenarın başka sözcüklerin bilgeliğine sığdığı, sığdırıldığı… Kaç sene olmuş! Gerçi ölüm, bilinir ya, tuhaftır, ölüm takvim hesabına gelmez, o varsa, ölüm varsa ne akar ne de durur zaman.

Ara zamanlar, doksanların ortaları, belki de sonu, tam bilemiyor Nail, mahallede sağcılar ilk kahvelerini açtı. Neydi o başları? Onun da bir fotoğrafını asmışlar çay ocağının tam önüne, kocaman, adam çay bardaklarına bakıyor. Türküleri güzel değil, öyle güzel değil ki, çay bardaklarının çatladığı oluyor. Gültepe; Gültepe burası. Levent’in üstü, Çınar Tepe’nin altı. Çınar Tepe’de, yukarıda, büyük, büyümüş, dimdik ağaçlar var. Bazen onların altına gidip oturuyor Nail. İzmir uzaktan, hiç de öyle güzel bir kıza falan benzemiyor. Yokuşlar var işte, yukarıdan aşağıya yokuşlar, her şey akıyor, her şey kayıyor aşağıya doğru.

Nail solcu mu? Sağcı Nail? Gencecik bir kız öldürülürken, ta o zaman işte, şimdi bulanan o zaman, Nail evinde, dizlerini göğsüne çekip, duymamak için kızın çığlıklarını yastığını dişledi mi? Doğru mu bu? Ulan Nail, Aydın Ağabey’den de mi utanmadın? Ulan it! Bıraktın mı öylece öldürsünler kızı, bağırta bağırta, hem de ortasında Gültepe’nin? Korksan ne olur? Korku bile böyle bir şey değil, korku bile başka bir şey. Korku, karşısından ölümü görünce dizlerini göğsüne çekip, yastık ısırmaz! Biz biliriz bunu! Senin demek gözlerin ondan böyle, yolun betonuyla bir akıyor aşağılara, İzmir’e, denize varıyor. Asfalt değil, beton. Beeeetoooon! Senin kafan gibi kalın işte! Ulan, ulan… Ulan bir küfredeceğim ki cümle âlem yerinden oynayacak! Sen Gültepe’yi ne sandın? Cigara ha! Hem de Gültepe’de! Al ulan sana cigara! Ne yiğitler halkına sarıldı burada be! Nereden türediniz ulan siz? Kim getirdi, yerleştirdi sizi buraya? Şeyden geldin demek, hem de yıllar önce, şeyden, o uzak yerlerin birinden, dağların olduğu uzak yerlerin… Yakıştı mı sana Nail? Hiç mi merak etmedin kimdir o kız? Kimin kızıdır? Kimin yâridir? Kimin yoldaşıdır? Pezevenk…

Ne çok kızar insan kendine; göğsüne göğsüne vurur geçmişi, zamanında dizlerin çekildiği göğsüne… Bir ev, onun penceresizliği, balkonsuzluğu değişmez, bambaşka olmuşken dünya. Ölüm gibi, birinin ölümü, genç bir kızın ölümü gibi kalmıştır şeyler; yerleşmişlerdir oraya, o sokağa, o ısırılan yastığa…

Etten heykeliyle Nail’in durduğu o yerden, o zamansızlıktan, o sabitlikten bir parka, yeşil bir parka iniyor şimdi Gültepe. Göçmen kahvelerinde çerçeve içinde bayraklar ve duvarlarda neredeyse hiç yazı… Parkın altında, sol köşede, asmanın altında Fenerbahçeli Arap İsmail’in kahvesi… Zeytinlik ’ten Boğaziçi’ne, Boğaziçi’nden Levent’e, Levent’ten Gültepe’ye… Her yer kahve artık. Herkes oyun oynuyor. Herkes emekli; ama işten, ama gençlikten… Arada bir de olsa esemiyor rüzgar; bazen sel alıyor ama Gültepe’yi… Önce Nail’in gözlerini katıyor önüne sel… Sonra, yıllar sonra o genç kızın, çığlık çığlığa öldürülen o kızın kanını, heyecanını, duru güzelliğini… Sel işte, bilmez, tanımaz, önüne çıkanı sürükler.

Nail’i anladın mı? Anlamadın. Böyle mi anlatılır bir hikâye, başı kıçı belli değil. Deli mi bu Nail? Ne dersin? Deli mi? Delirmiş mi? Sen delirme o zaman, sen dışarıdan çığlıklar geldiğinde göğsüne çekme dizlerini, ısırma yastıkları, çık dışarı, bak bakalım bir ne oluyor. Oğlum bak burası, Nail’in orası yani Gültepe. Orada öyle canı çıkmış gibi oturamaz insan; adı bile yokuştur Gültepe’nin soluksuz kalmak, ateşe düşmektir. Ah Gültepe ah’ Dizini bile yaptılar da tutmadı.

Hadi daha fazla konuşturma beni, al şu Nail’i takatukacıya götür. Böyle ödlek adamın öyküsünü daha fazla anlatamam ben. Bu kadar yeter. Ne yapıyorsa yapsın, fazla yüz verme. İşte bulutlar da toplanıyor, belki yine sel olur, sel olur da her şeyi önüne katar götürür, ta İzmir’e kadar. İzmir dediğim yokuşun en başı, en aşağısı, yüksek insanların oturduğu.

Sahi sen nerede oturuyon?

Nail’i tanımazsın sen, görmemişsindir hiç!