Gündelik hayatı savunmak

> POLAT S. ALPMAN

“Dünya değişti.
Bunu suda hissediyorum.
Toprakta hissediyorum.
Havada kokusunu alıyorum.”

Lórien Hanımı Galadriel

Bütün otoriter yönetimler ve totaliter sistemlerin hedefleri ortaktır: Gündelik hayata egemen olmak. Gündelik hayat, gerçek insanların gerçek pratiklerini sergiledikleri, toplumsal yaşam içerisinde yapageldikleri işlerini, yaşam tarzlarını, algılarını ve benzeri durumları ifade etmek için kullanılan bir ifade. Sosyal bilimler içerisinde gündelik hayat araştırmaları her geçen gün ve biraz daha artarak devam ediyor. Ancak ortada gerçek bir merak olup olmadığı ve bu araştırmaların toplumu savunmak adına bir karşılığı olup olmadığı soruşturmasını yapmak gerek.

Gündelik hayat meselesini gündeme getiren isimlerden biri Henri Lefebvre idi. Rahmetlinin gündelik hayat meselesiyle bu kadar meşgul olmasının nedeni ise gündelik hayatı Marksist anlamda “altyapı” olarak kavraması ve kapitalist toplumsal formasyonda, gündelik hayatın bizatihi kendisinin, “üretim-tüketim-üretim” sürecinin somut hali olarak vurgulamasıdır. Uzatmayalım, Lefebvre için bir altyapı olarak gündelik hayat sarsılmadan (değişmeden) hiçbir devrim ya da değişim gerçekleşemeyeceği için gündelik hayat bahsini çok önemsedi. Ben de önemsiyorum.

Ben de önemsiyorum, dedim ancak farklı bir vurguya sahibim. Bizim kuşağın ahir ömründe gördüğü Tekel eylemleri ve Haziran isyanlarından bahisle ifade edecek olursam, bu gündelik hayat meselesi, üzerinde kafa yormak için geç kalınmış meselelerden biriymiş. Öyle ki “kültürel çalışmalar” diyerek dudak bükülen ve sınıf-emek çalışmaları olarak yüceltilen meselelerin aslında aynı yere baktığını (ya da bakması gerektiği) anlamak için Gandalf’ın Gezi Parkı’na gelmesi gerekti.

Gündelik hayat, sokağın nerede durduğunu, sokaktakilerin sesinin ne olduğunu ve kime kulak kesildiklerini anlamak için ele alınması gereken bir mesele. Mesele diyorum, çünkü her gün yeniden anlaşılması ve yorumlanması ve hatta bizatihi gündelik hayatın kendisinden hareketle siyaset yapılması için gündelik hayatı kavramak, neredeyse elzemdir. Oysa solun Türkiye’deki geleneğinde teorik meselelerin kapladığı alan ile sokak arasındaki kopukluk herkesin malumu-ydu-, artık değil.

Gündelik hayata dönen, dönmeye çalışan, dönmesi gerektiğine ikna olmuş/edilmiş bir sol yükseliyor: Bunu sokakta, evde, suretlerde hissediyorum. Küresel bir dalgadan söz etmek için erken olsa bile dünya halklarının eskisi kadar kolay manipüle edilemediğini ve burjuvazinin yeni toplumsal düzenlemeler arayışına yönelik gayretlerini fark ediyorum. İşte tam bu noktada, içinde çok sorular barındıran bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Biz, kalabalıklardan yana duranlar, eşitlik, özgürlük, adalet kavgasında herkes için samimi olanlar, gündelik hayat bahsinde tam olarak nerede duruyoruz?

Gündelik hayat, kültürün ve onun popüler halinin egemen ideolojinin işleyişiyle doğrudan ilişkilidir. Raymond Williams, ‘Marxism and Literature’ isimli eserinde, farklı sınıfların farklı his/duygu yapılarının bulunduğunu ve bunlar arasında karmaşık ilişkilerin yer aldığını kültür ile ilişkilendirerek ifade eder. Ona göre, tam da bu nedenle kültür meselesi, hegemonya ve ideoloji kavramlarını dışarıda bırakarak anlaşılamaz. Gündelik hayat, kültürün kendini inşa ettiği ve gösterdiği bir alan olduğu için, Lefebvre’nin vurgusuyla ele alacak olursak, tahakküm ilişkilerinden, iktidar yapılarından ve üretim ilişkilerinden bağımsız bir mesele olarak değerlendirilemez. Zaten içinde yaşadığımız dönemde bunu açık bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Sermayenin olanca iştahıyla ve bütün sosyo-politik, sosyo-kültürel mühimmatıyla gündelik hayatı çepeçevre kuşatmaya çalıştığını, mahalleleri ortadan kaldırarak sokakları hafızalardan silmeye ve her türden itirazı yüksek sesle bağırarak sindirmeye gayret ettiğini her gün çeşitli biçimler içerisinde izliyor ve dahası tecrübe ediyoruz. Bu nedenle gerçek mücadele zemininin, gündelik hayat olduğu konusunda bir uzlaşmaya varabiliriz.

Bütün otoriter-totaliter egemenlik yönelimleri ve projeleri, gündelik hayata egemen olduğunda, gündelik hayatın bütün bileşenleri üzerinde tahakküm kurduğunda sadece toplumsallaşmakla kalmayacağını aynı zamanda topluma kendi arzusu doğrultusunda bir istikamet çizeceğine inanır. Gündelik hayat bir kez ele geçirildiğinde geriye kalan tek şey kalabalıkları kitleleştirmek ve kitleleri manipüle etmeye devam etmektir. George Orwell’in ‘1984’ romanında anlatılan hiper milliyetçi-kapitalizm örneğindeki benzer biçimde, bütün muhaliflerin ehlileştirilmesi ve ehlileştirilerek ortadan kaldırılmasından önceki aşama gündelik hayat üzerinde sosyal, politik, kültürel ve ekonomik hegemonyayı tesis etmektir.

Ekonomik ve politik gücü ele geçirenler kendilerinden çok emin ancak dünya değişti. Egemenler fark etmeden halklar birbirine kulak kesilmeye başladı. Acılar ortaklaştırıldı ve ortaklıklar çoğaldıkça egemenlikler zayıflamaya başladı. Bu nedenle gücü eline geçirmekle gündelik hayatı ele geçirmek arasındaki doğru orantı artık işe yaramıyor. Hayat direniyor. Bazen bir HES direnişinde, bazen adına “yeşil” dedikleri yol yapımına itirazda ortaya çıkıyor. İşte tam bu nedenle, gündelik hayata kulak kesilmeye, onun değiştirici, dönüştürücü potansiyelini fark etmeye yönelik yeni bir ses yükseliyor. Geçmişte teorik züppeliğin verdiği cezbeyle küçümsenerek bakılan birçok şey, hayatın kendi gerçekliği karşısında yepyeni ilişkilere ve ortaklıklara imkan sağlıyor. Öyle ki bir zamanların “sıradan zevk sahibi” ya da “yeterli kültüre sahip olmayanlar” (middlebrow) olarak anılanların sahip oldukları, ezilenler için yepyeni bir dünya ufku aralıyor. Garip ama popüler kültür üzerinde yükselen bir ilişkiden söz ediyoruz.

Bu ilişki politik kaygılardan daha çok samimi bir-aradalık ve iç-içelik halinde kuruluyor ve böyle devam ettiği sürece değerli olacak. Böylelikle gündelik hayatın bizatihi kendisi –hem de popüler kültür eliyle- devrimcileşecek. İyimser miyim, olabilir… Fakat diyalektik çalışıyor ve popüler kültür kendisini devrimcileştirecek potansiyeli yine kendi içerisinde barındırıyor.