Güneşin sahipleri; dağ keçileri

Ercan Şeker

Bizim dağlarda gün erken doğar. Güneşin o sarı sarı yükselişi yok mu, sarı da değil çok daha farklı bir renk ile doğar sanki. Bizim deyimimiz ile koca bir sini gibi doğdu yine gönlümüzün Sultanı... Onunla başlarız güne, gün de bizimle can alır, ses olur, doğar ha doğar. Kayaların tepesinden kınalı keklik sesleri gelir, ama geliş o bildiğiniz geliş değil. Kendini kayadan kayaya vura vura gelir, çoğalır, bir iken on olur da yükselir gün doğumuna doğru... O ses ile hayatın canlandıkça çoğaldığı anlamına gelir... Hindi kekliği kayanın üstüne çıkıp boynunu uzatıp bir anda kendini bir dağdan diğer dağa doğru bırakıvermesi hele... Öyle bırakır ki... Dağ birden küçülür, yakınlaşır, saatlerce yürüdüğümüz o dik yokuşlar bir anda onlar için düz bir ova olup çıkar.

Suya giderler... Gün birazdan ısınacak... Su isteyecekler...

Güneş biraz yükseldi mi güneşin sahipleri çıkar ortaya... En yüksek kayanın üstüne çıkıp yüzünü güneşe dönüp, gözlerini yumup, ara ara başını ve kuyruğunu sallaması heykel dersin sanki... O güneşi içer gibi içine çeker... O an doğanın da o dağın da sahibi onlar olur... Öncüdür bu ilk çıkan... Sürü sonradan gelecek... Erkek ve en deneyimli olan çıkıp güneşi ve hayatı süzer... Sonra diğerleri çıkıp gelirler... Yan yana, normal de hayatın olmayacağını düşündüğün, hiçbir canlının giremeyeceği, girse de çıkamadığı o çetin kayalıklardan, onların narin sekişi ile seni hayran bırakırlar kendilerine. Sahipsiz değiller, sakın öyle düşünmeyin, onlar Xızır'ın keçileri... Onun içindir ki o kayaları seke seke yürüyüşleri...

Çocukluğumuzun ulaşılamaz hayalleri... Onları bulup ayaklarının altına bakmak... Ayaklarında ne var da bu kadar rahat yürüyebiliyorlar o koca kayaların kovuklarından?

Bizim obada bir nene “onlar Xızır'ın keçileri, kutsallar, hiçbir şey olmaz onlar. Kimse de dokunmaz, eti insanoğluna haramdır, yenmez. İnanmazsan bakın o kayalara ayakları yapışıyor, hangi keçi ya da başka bir canlı orda öyle yürür?” derdi.

Bizim obalar kayaların hemen dibinde, üçer beşer çadır olarak bir arada kalırlardı. Biz sabah ekmeklerimize taze koyun sütünün kaymağını sürüp, küçük küçük dişleyip, hemen obanın arka tarafında bulunan kayaların üzerine gider oynardık. O anda gözümüz o heybetli duruşu ile duran sürüye takılırdı... Öyle dalardık ki o duruşa, bazen farkına varmadan büyüklerin tuvalete gittiği dere yatağına doğru gider ve fırçayı yerdik. Koyunların sesi gelir, sonra daha gürleşip... Çobanın sesi zar zor duyulur o hengâmede. “Tuz” dermiş meğer. Zarife teyze önden düşen iki dişinin olmayışını fırsat bilen dili ikide bir dışarı kaçmaya çalışırken tülbentini önüne örtüp bize doğru el sallayıp “Hele gelin teyze kurban, şu Xoydanıkı götürün Hıdır amcanıza" der ve bir dilim mayalı ekmeğin üzerine sürdüğü kaymağı da rüşvet olarak verirdi bize. Biz de ekip olarak alırdık tuz dolu çuvalları, götürürdük Hıdır amcaya. Hıdır amca da bir gözünü kısa kısa işlevini yitirmiş halde bir kaşı yukarıda biri taaa kayanın altında misali sinirli sinirli bize bakıp durdu. Bizde gık yok. Sıkıysa konuş, adam kurt ile boğuşmuş, ‘’Hasan Ağa’’yı kar tünelinin altında sıkıştırmış adam. Çobanın elinde tuz çuvalını gören koyun sürüsü hücum etti. Bu hücum yaklaşık on dakika sürdü. Sonra sakinleştiler. Tuz hayatın tadı gerçeği bu olsa gerek. Biz görevimizi yapmış ve kayaların zirvesinde yüzünü güneşe dönen dağ keçilerini izlemeye başladık.

Sürü suya akın ettikten yaklaşık bir saat sonra Xızır'ın keçileri o tuzluklara inecekler biliyoruz. Eğer koyun sürüsünden geriye tuz kalmış ise onu yiyecekler. Biz de bunu bildiğimiz için çobandan çalıp ceplerimize doldurduğumuz tuzları götürüp hızlıca tuzluklara serpip kendimize saklanacak kuytu bir yer bulurduk.

O güzel endamları ve öncülerinin talimatı ile zirveden aşağıya doğru inmeye başlarlardı. Bizi fark ettikleri için çok da rahat olmadıklarını görünce biz biraz daha uzaklaşıp gelmelerini beklerdik. Tuzluklara inip tuzlarını yiyince bir anda renklerine yeni renk katılır, güneş vurdukça daha çok parladıklarını görünce ne kadar mutlu olduğumuzu anlatamam. Saklandığımız yerden biraz daha yaklaşıp iyice görme isteği hepimizi dürtüp duruyor adeta. Ama en ufak bir kıpırtı, dikkatli olan bu keçilerin kaçmalarına neden olabilirdi. Muhteşem bir belgesel izler gibi yüzükoyun uzandığımız toprağın üzerinde izliyoruz. Hıdır bir ara çişinin geldiğini söyledi ama mümkün mü yerinden oynamak. Toza toprağa bulanmış üstümüz ile sinema koltuğunda film izler gibi kadar rahatız.

Ara ara erkek olanlar dövüşe tutuşurlar. Arka ayaklarının üstüne kalkınca, bir anda kocaman oluverirler. Yükselip yükselip ortada kafalarını tokuşturduklarında o tok ses bize kadar gelirdi. O an hepimiz bir anda gözlerimizi kısardık... Yanımızda gibiydiler. Sonra bir daha, bir daha... Güneş yükselmeye başladıkça, tuzun etkisi de görülür ve suyun olduğu kayalıklara doğru yol almaya hazırlanırlar... Yavru olanlar da annelerinin peşinde, bir o yana bir bu yana hoplaya zıplaya gidip gelirlerdi.

Obadan bize seslendiklerini duyunca sese doğru koşarken, onlar da ürküp kayalıklara doğru gittiler. En güvenilir yerler kayalık onlar için. Kimsenin ulaşamayacağı mağaralarda uyurlar.

Biz inerken aşağıda Ali abi ve Mahmut abi de bize doğru geliyorlardı. İlk başta fark etmedik. Sonra bir de baktık ki ellerinde av tüfekleri var. Bizim dağ keçilerimiz kaçtıkları için, içimiz rahat bir şekilde çadırlara geldik. Biraz fırça, biraz da yoğurt ve ekmek yedikten sonra sürüyü sağmaya başladık. Erivan radyosundan güzel türküler de dinliyoruz bu arada. Dengbejlerin billur sesleri dönüp duruyor etrafımızda... Biraz içli, biraz kederli... İşte o anda bir ses katıldı radyonun sesine. Tuzluğun üzerinde iki karartı ve biraz ilerisi de yüzünü güneşe dönen Xızır'ın keçisinin sekerek, düşe kalka kaçışını gördük...

Cemile teyze “yaraladı, yazık yazık, onlara kurşun işlemez bıko bıko. Sen niye rahat durmuyorsun?” deyip sağdığı sütü büyük kazana boşaltıp elini de beline verip diğer kirli elini de alnına siper edip seslendi: "Aliiiiiiii... Ne oğul oğul sen niye o Xızır'ın, Düzgün Baba'nın, Munzur Baba'nın bize yadigârlarına sıkıyorsun. Etme eyleme gel, başına bela açma hala kurban" dedi. Onlar da biraz tuzluklarda dolaşıp bakıp bir şey bulamayınca geldiler.

“Yaraladık herhalde. Kan vardı ama teke yoktu. Gitmişler” dediler. Cemile teyze bir bardak serin ayran getirip verdi, içtiler. "Etmeyin, onlara dokunmayın. Kim ki onlara silah doğrulttu iflah olmadı. Bizim pirlerimiz bize emanet etmişler onları. Kurşun değmez derler, değerse ve de kim ki vurur ise onun ocağı tütmez."

Ali: “Ama teyze çok tavlılar bu yıl. Birini vursaydık iki üç evin kavurması çıkardı” deyince, Cemile teyzenin yüzü benzi soldu, bir anda ona biri bir zarar vermiş gibi oldu. İrkildi, elleri titredi, elindeki tencereyi yere bıraktı. "Ben hiç görmedim, kimse de vurmadı onları. Ben sağ iken vuran olursa da evime koymam, hele hele onların etini yiyeni hiç mi hiç yaklaştırmam evime, ocağıma.” dedi ve üzerindeki yükü atmış gibi oldu.

Bir çadırın önünde oturmuş halde konuşuluyor. Ama hiç kimsenin içi rahat değil, yaralı keçiye ne oldu diye. O anda başka bir çadırda konuşmaları duyan esprileri ile bize her daim neşe katan, masalları ile bizi o dağların arasından alıp çok uzak diyarlara götüren Beze teyze geldi. “Söyle hele Ali, senin koyunun var, keçin var. Ma çok canın istiyorsa onları kavurma yap ye!” diye yarı şaka yarı ciddi kızdı. Ali de: “Ben o keçilerin etini merak ediyorum” deyince. Beze teyze de “Sen vur hele, biz de seni burada ne yaparız” derken Ali de “Öyle deme elimde tüfek var seni de vururum” der demez bir ses...

Sonra bir cayırtı...

Ortalık kan gölü... Beze teyzenin çenesi yerinde yok... Dili dışarı taşmış, kan durmuyor... Ali bunu görünce baygın yere yığıldı... Dağ başı, ne yapılacağını kimse bilmiyor... Dersim merkeze gitmek için üç saat hayvan sırtında, sonra araba bulunur mu bulunmaz mı, kan kaybından dayanır mı teyze oraya kadar... Bağladılar teyzenin çenesini beyaz tülbentler ile... Beyaz tülbent anında kırmızıya döndü...

Getirdiler iki katır, üzerine bir bindi Beze teyzeyi kucağına aldı, ama bu şekilde ‘’Vızık’’ Yokuşundan inilir mi bilinmez. Çok dik ve tehlikeli. Ali’yi uyandırdılar, ama ne yapacağını bilmez bir halde, sağa koşuyor, sola koşuyor, toprağı avuçlayıp avuçlayıp başından aşağı döküyor... Sonra gözleri doluyor... Bir an yerden bir şeyler topladığını gördüler, elinden aldılar, teyzenin yere dökülen dişlerini eline alıp “bunu ben mi yaptım? Bu kanı ben mi döktüm…?” deyip duruyor.. Teyzenin etrafında dönüp duruyor, ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmez halde... Teyze de elini çenesine götürüp duruyor...

Parmakları kıpkırmızı halde...

Bir iki genç atlar ile önden gidip araba bulup durduracaklar ve yaralı teyzeyi hastaneye yetiştirecekler. O zaman bugünkü gibi iletişim araçları yok...
Teyze katırın sırtında, Ali boynu bükük etrafında dönüp duruyor. Obadaki kadınların ağıtları, kayalara çarpıp geri bize geliyor. Tam yokuşun başına geldiler ve aşağıya inmeye başlarken derenin karşısındaki kayalıktan küçük bir kaya yuvarlandı, gelip bunları geçip gitti... Bütün başlar o tarafa döndü... Dağ keçileri kayanın üstünde toplanmış, yaralı teke de önde yüzünü gidenlere ve ağıt yakan teyzelere bakıp durdular...

O günden bu yana ben ne duydum, ne de gördüm, dağ keçilerinin avlandığını... Eğer var ise de iflah olmaz derler...

*Hasan Ağa: Dersim’de halk arasında Ayıya verilen bir isim.