Başkent Pekin’in bürokratik gri renkli, donuk, iç karartıcı otelinden sonra, küçük bir taşra şehri görünümündeki Zunyi’de imbiklerden süzülmüş bir beğeninin estetik dokunuşlarını her noktasında hissettiren olağanüstü güzellikteki otel, Çin’de her an karşılaşılabilecek şaşırtıcı durumların simgesi gibi

Güney Çin’e giderken

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

6-12 Mayıs 2016 tarihleri arasında, Çin’in güneyindeki Guizhou bölgesinde yer alan Suiyang eyaletindeki Twinrivers (İkiz nehirler) Uluslararası Şiir Festivalinin konuğu oldum. Bu yazıyı, iki saat otobüs, üç saat Zunyi-Pekin uçuşu, on saat Pekin havaalanında ve dört saat de -hava muhalefetinden dolayı kalkmasına izin verilmeyen- THY uçağında bekleme sonrası on buçuk saatlik Pekin-İstanbul yolculuğunun hemen ardından yazıyorum. Altı gün içerisinde toplamda yirmi dört saatten fazla havada kalıp yirmi dört bin kilometreden fazla yol kat etmiş, yorgunluk-seyahat-dünyanın boyutları-hayatın anlamı gibi konulardaki bakış açım yepyeni boyutlar kazanmışken.

İstanbul’dan sabaha karşı 02.30’da kalkan uçakta, bir süre hasret kalacağımı bildiğim Türk yemekleri eşliğinde ‘Spotlight’ filmini izliyorum. ABD’de çocuk tacizi bataklığına bulaşmış rahiplerin üzerine korkusuzca yürüyen gazeteciler, yazarlarından biri olmakla gurur duyduğum BirGün’ü düşündürüyor, benzer bataklığın dinci vakıflarını teşhir eden gazetemizdeki emekçileri. Karadeniz, Hazar Denizi ve neredeyse tüm bir Asya kıtasını aşıp beş saat ilerideki Pekin’e, bir Pekin öğleden sonrasına indiğimde ilk dikkatimi çeken, pasaport kontrol noktasındaki ‘Foreigners-Yabancılar’ ibaresi oluyor. Türkiye’de ‘Diğer Ülke Yurttaşları’ olarak nezaketle ifade edilen husus, Çin’de parmakla gösterilen bir ‘öteki’ olma duygusuna bırakıyor yerini. ‘Yabancı’lar sırasına girip yarım saat bekledikten sonra görevliye pasaportumu uzattığımda, ülkeye giriş esnasında doldurmam gereken bir belgenin eksik olduğu belirtilince birkaç kişiye sorup formu bularak daha da uzamış olan sıraya tekrar giriyorum. Sıkı bir üst araması sonrası, Çin’in güneyindeki festival davetinden kaynaklı olduğunu düşündüğüm bir şüphecilikle doldurulan bir başka form ve nihayet festival yöneticisi ile ilk karşılaşma. Adı Huang lakin Çin’de herkesin bir de ‘yabancılar’ için düşünülmüş adı var. Onunkisi Hunter. Yazışmalarımızdaki kısa-katı cümlelerini doğrulayan bir eda ile selamlıyor beni, bir yandan telefonla konuşup diğer yandan elimi ciddiyetle sıkarak. Otele götürecek aracı bir saate yakın bekledikten sonra, hava kirliliğinin belirgin biçimde hissedildiği şehirde yol alıyor, ertesi sabah erkenden Çin’in güneyine gidecek uçakta buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Resepsiyondaki görevli, güvenlik önlemi olarak 20 USD para bırakmam gerektiğini söylüyor, bırakıyorum. Odadaki bilgilendirme yazısını okuduğumda anlıyorum gerekçesini: Herhangi bir eşyayı çalar ya da kırarsam, her biri için ne kadar ödeyeceğimin yazılı olduğu bir liste ekli yazıya. Bardaktan siyah çöp poşetine, elbise askısından not defterine, ‘sigara içmek yasaktır’ yazısından odaların dış kapısına asılan ‘lütfen rahatsız etmeyiniz’ kartına kadar her şeyden sorumluyum bir geceliğine! Kendi kendime eğlenmek niyetiyle parmağımdaki yüzüğü çıkarıp yatağın sağ alt köşesine bırakıyorum. Sabah uyandığımda, yüzük aynı yerde duruyor! Demek ilk geceden disipline girmiş, fazlaca kıpırdayıp odanın düzenini bozmadan, çarşafları buruşturup yastığa-yorgana zarar vermeden uyumuşum!

Zunyi’ye gitmemiz gerekiyor lakin cuma günleri Zunyi’ye uçak olmadığından Guiyang’a gidecek, oradan da dört saatlik bir otobüs yolculuğu yapacağız. Yoldaki hiçbir aksiliğe sinirlenmeme, her durumun olumlu yanlarını keşfetme eğilimim dünyanın bambaşka bir ucunda bulunmanın sevinciyle birleştiğinden, ne olursa olsun mutluyum. China Southern havayollarının uçağında geleneksel Çin yemeği yerken kaynaşıyorum Meksika, Uruguay, Kolombiya, Hindistan, Danimarka, Polonya, Benin’den gelen şair ve çevirmenlerle. Daha gideceğimiz yerde tanışacağımız Çinli, Japon, Vietnamlı, Moğol şairler de var.

Karayolundaki dört saatte ilk şakalaşmalar, ilk kahkahalar, özel hayata ve birbirimizin şiirlerine dair ilk meraklı sorulara karışan Çin izlenimleri: İnşaat, inşaat, inşaat. Her yerde yükselen binalar, kuleler, beton yığınları. Her yeri istila eden kapitalist yağma düzeninin insanı ezen varlığına dair düşünürken, solumuzdan hızla geçen bir tırda üst üste yığılı domuzların çaresizce uyuşmuş haldeki yüzleri kazınıyor zihnime. Gece yiyeceğimiz yemeklerden birinde karşımıza bambaşka şekillerde çıkacak bedenleri, işte şuracıkta nefes alıp duran canlıların. Ya da, tırda sıkışmış hayvancıklarla dünyada kapana kısılmış insancıkların zihnimde birleşen yazgılarının bir gün belki bir şiirde uç verecek oluşu.

Başkent Pekin’in bürokratik gri renkli, donuk, iç karartıcı otelinden sonra, küçük bir taşra şehri görünümündeki Zunyi’de imbiklerden süzülmüş bir beğeninin estetik dokunuşlarını her noktasında hissettiren olağanüstü güzellikteki otel, Çin’de her an karşılaşılabilecek şaşırtıcı durumların simgesi gibi. Geleneksel çay seremonisini yaşayabileceğim bir bölüm var odamda, kendimi orada oturmuş törensel biçimde çay içerken hayal edip gülümsüyorum. Akşam yemeği yenilip otelin giriş bölümünde şiirler okunduktan sonra yukarı çıktığımda, koca otelde sadece benim odamdaki elektrik sisteminin arızalanıp yer değiştirmek zorunda kalacağımdan, yeni odamda da öyle bir çay köşesinin bulunmayacağından henüz haberim yok. Elimde festival kitabı, kitapta Çinceye çevrilmiş şiirlerim-İngilizce bir makalem, kalbimde ilk şiirimin ilk dizesini yazdığım gecenin aziz hatırasıyla yanıtlıyorum soruyu:

“Türk şairi Onur Behramoğlu?”
“Burada!”

(Bir sonraki yazımda kaldığım yerden devam ederek Güney Çin’i anlatacağım.)