Almanya’ya 1961’de başlayan işçi göçü kapsamında ‘gurbetçilerin’ üretimlerini ve müzik kültürünü anlatan Aşk, Mark ve Ölüm, Başka Sinema'nın dağıtımı ile vizyonda ve MUBI Türkiye'de gösterime hazırlanıyor. Yönetmen Kaya, gurbetçilerin kültürel mirasının ciddiye alınmadığını söylüyor ve ekliyor: “Çoğu zaman alay konusu oldular.”

Gurbetçi kültürü ciddiye alınmadı
Fotoğraf: MUBİ

Erkin Can SEYHAN

Cem Kaya’nın kültürel ve sosyolojik altyapılı üçüncü belgesel filmi Aşk, Mark ve Ölüm, 1960 yılında başlayan işçi göçünden başlayarak Türk vatandaşlarının Almanya’daki kuşaklar boyu süren öyküsünü müzik kültürü özelinde anlatıyor. Film, işçi göçünün hangi koşullarda ve hangi beklentiler/vaatler çerçevesinde gerçekleştiğinden Almanya’ya göç eden ailelerin çocuklarının büyüdüğü koşullara ve yaşadıkları zorluklara kadar pek çok önemli konuya hassasiyet gösteriyor. Eğlenceli biçimde anlatılan anekdotlarla hüzün dolu ayrıntıları bir arada sunan Aşk, Mark ve Ölüm’ü filmin yönetmeni Cem Kaya ile konuştuk.

‘Arabeks’ ve ‘Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması’ gibi çalışmalarınızdan sonra yine kültürel ve sosyolojik altyapısı olan bir film ortaya koydunuz. Aşk, Mark ve Ölüm’ün fikir ve üretim süreci nasıl gelişti, önceki çalışmalarınızdan ne ölçüde ve nasıl beslendiniz?

Arabeks’i çekerken zaten Almanya’daki arabesk müzik piyasasını incelemiş ve çekimler yapmıştım, Ask, Mark ve Ölüm’de gördüğümüz birçok sanatçıyla 2009, 2010 senelerinde tanıştım. Bunların arasında Almanya’dan Koleksiyoncu Ömer, Avrupa’nın divası Cavidan Ünal, meşhur şarkıcı Muhabbet veya İsmail YK gibi isimler vardi. Almanya’daki müzik piyasasını Arabeks filminde anlatamadım, hatta içimde kaldı diyebilirim. Buradaki müzik piyasası üzerine bir film yapmak isteği o dönemden beri vardı. Sonra 2014 senesinde, Motör vizyona girdiğinde, arkadaşlarımız İmran Ayata ve Bülent Kullukcu “Songs of Gastarbeiter” (Misafir İşçilerin Şarkıları) isminde bir toplama CD yayınladılar ve bize öncü oldular. İlk kez Almanya’daki farklı gelişen bir müzik kültürüne işaret ettiler ve biz, onlar sayesinde bilinçlendik. Filmin çekim ve montaj sürecinde elbette diğer filmlerimden edindiğim araştırmalar ve tecrübeler de bu filme yansıdı. Mesela Almanya ile ilgili Yeşilçam filmlerinde ne bulduysam bir kenara koymuştum, Türk sinemasi içerisinde yeni bir tarama yapmak zorunda kalmadık.

Cem KayaCem Kaya

Aşk, Mark ve Ölüm, hem müzik çeşitliliği olarak hem de görsel arşiv olarak çok zengin bir belgesel. Seyirci gözüyle bakıldığında insan böyle bir çalışma için arşiv tarama aşamasına nereden başlandığını kestirmekte zorlanıyor. Sizin kaynakları belirleme ve tarama yönteminiz nasıl oldu?

Araştırmalarımızı Alman kamu kanallarının arşivlerinde başlattık. Ardından Fransa, Hollanda, Belçika ve İsveç gibi göç alan farklı ülkelerin, yine kamu kuruluşlarının arşivlerine baktık. Gurbetçilere yönelik Türkçe yayın yapan bir program hatırlıyordum çocukluğumdan. Diğer ülkelerde, mesela Avusturya’da buna benzer bir program olduğunu keşfettik. Filmde müzik ile beraber göçün tarihini de anlattığımız için, göç ile ilgili hemen hemen her şeyi taramak zorundaydık, sadece müzik odaklı değildik. Bu araştırmalar sonrası çok fazla malzeme edindik, bu malzemeyi organize etme süreci uzun sürdü. Aradığımızda istediğimiz görüntüleri bulabilmek için bir sistem geliştirdik. Bu tabii ki ekip işi. Buna paralel olarak özel arşivlere ulaşmaya çalıştık, düğün kameramanları ile veya fotoğrafçılarla görüştük mesela. Bir de ulusal kütüphaneler ve akademi içinde geniş bir araştırma yaptık. Hemen hemen iki buçuk sene boyunca kendimizi bu işlere adadık.

Almanya’daki Türk vatandaşları, kuşaklararası bir etkileşimle her dönemde farklı müzikler üretirken orada oluşan kültür Türkiye’de ne yazık ki pek bilinmiyor. Cem Karaca gibi bir efsanenin bile Almanya’daki dönemi, Türkiye’deki kariyeri ile kıyaslandığında epey ‘flu’ hatırlanıyor. Bu alanda yeterince etkileşim sağlanamamış olmasını neye bağlıyorsunuz?

Bence gurbetçilerin kültürel mirası günümüze dek pek ciddiye alınmadı. Türk medyasında konuşma tarzları ve onlara atfedilen davranışlar ile alay konusu oldular çoğu zaman. Etkileşim illa ki vardı; Cartel, Mustafa Sandal, Rafet El Roman, Tarkan, İsmail YK, Hadise gibi sanatçılar hep gurbetçi çocukları aslında ve Türkiye’de ünlendiler. Fakat kimse onların sosyalleştiği Almanya ya da Belçika’daki kültürel ortamı merak etmedi. Böylece ne Avrupa’da ne de Türkiye’de görünürlük oluşmadı.

Filmde çok eski kesitler kullanılmasına rağmen görüntülerin netliği ve ‘korunmuşluğu’ dikkat çekiyor. Türkiye ve Almanya’yı müzik arşivciliği anlamında nasıl kıyaslarsınız?

Türkiye’de arşivcilik koleksiyonerlerin ya da özel şirketlerin elinde, ki iyi ki varlar. Ama arşivler kisisel olunca, o insanlar yaşlanınca, “muhafaza edilmesi için hangi kamu kuruluşuna verilebilir” diye bir soru ile karşılaşıyoruz. Bunu çok gördüm. Vefat ettiklerinde geriye bıraktıkları kültürel mirasa gerçek anlamda sahip çıkılmıyor çogu kez. Bağışlayabilecekleri kurumların da genelde maddi gücü olmadığından korunması ve sonraki nesillere aktarılması gereken veriler ortada kalıyor maalesef. Mutlaka çok iyi kurumsal arşivler de var Türkiye’de, mesela Mimar Sinan Üniversitesi, ya da TRT’nin arşivi ama onlara da ulaşım kısıtlı genelde.

Almanya’da durum farklı, kamu kanallarının arşivleri daha derli toplu, filmlerin çogu dijitale aktarılır ve iyi koşullarda muhafaza edilir ama yine de eksikleri yok değil. Ama şöyle bir problemle karşılaştık. Almanya’daki Türkiye kökenli sanatçıların eserleri Alman arşivlerinde korunmuyor; Alman kültürü olarak algılanmadığından. Oysa ki bu eserler Almanya’da yaşayan sanatçılar tarafından üretilmiş, tamamen Almanya’da imal edilmiş ve Almanya’da yaşayan bir kitle tarafından tüketilmiş. Almanya’da yaşayan koleksiyoncu arkadaşlar sayesinde muhafaza ediliyorlar.

Hem Almanya hem de Türkiye’de seyircilerden aldığınız geri dönüşleri nasıl tarif ediyorsunuz?

İki ülkede de çok beğenildi film, çok olumlu tepkiler aldık. Birçok festivale katıldık, Almanya’da kısa bir turne yaptım, soru cevaplara katıldım. Seyircilerin gözleri parlıyordu genelde filmden çıkınca, birçoğu yakınlarını getirip ikinci kez izlemek istiyorlardı. Berlin Film Festivali dahil üç ayrı seyirci ödülü aldi film, yani seyirci ile çok sıkı bir bağ kurdu diyebilirim.