Seçim barajında ısrar, ihanettir. Hem, darbenin getirdiği bu barajı kaldırmayı istemeyi ihanet olarak niteleyip, hem de darbeye karşı olduğunu, darbelerle hesaplaştığını, darbecileri yargılayıp darbe düzenini tasfiye ettiğini iddia etmek ise kafadan çatlaklığın (şizofreni) sonucu değil ise, kendi dışındaki herkesi kafadan çatlak addetmektir. Buna ilaveten, partilere hazine yardımını da baraja (yüzde yedi) endekslemek, ihanetin üzerine –tüy de değil- tavus kuşu kuyruğu dikmektir.

 
Söz konusu barajlar tümüyle kaldırılmalıdır ve bunu yapmak için değil yeni bir anayasa, mevcut anayasada en ufak bir değişiklik yapmaya bile ihtiyaç yoktur. Ancak barajı kaldırmakla yetinmeyip, mutlaka ve mutlaka ‘millî bakiye’ sistemine de geçilmelidir.
 
Bunların yanı sıra, Özal’ın sırf kendi çıkarlarını gözeterek kaldırdığı ön seçim zorunluluğu ve tercihli liste uygulamaları da geri getirilmelidir ki, bir yandan seçmen tümüyle pasif bir konuma itelenirken, milletvekilleri de doğrudan doğruya liderin emir eri durumuna düşmesinler. Belirli koşullarda, yine seçmen girişimi ve iradesiyle vekaletin geri alınmasını mümkün kılacak bir düzenlemeye gidilmesi de, demokrasi diyen hiç kimsenin karşı çıkmaması gereken bir adımdır.
 
Bu hususlara tümüyle sırtını çevirip, Türkiye’nin meselelerini çözmek için illaki yeni bir anayasa diye tutturmak, eğer ileri derecede bir eblehlik ve cehaletin sonucu değil ise, en yüzü kızarmaz bir madrabazlığın kanıtıdır. Bu arada şunu da söyleyelim: Batı dillerindeki ‘constitution’u ‘anayasa’ kelimesiyle karşılamamız da başlı başına bir handikaptır; sanırız ki, ‘ana’sını en baştan en iyi şekilde bir kere yaptık mıydı, işin gerisi artık selamet. Oysa ‘constitution’, baştan bir defada yapılıp tamamlanmış ve tanımlanıp verilmiş, kısacası ‘tekemmül’ etmiş, yani ‘mükemmel’ hâline ulaşmış bir nesneden çok , farklı unsurları yan yana getirip zaman içinde uyumlu bir bütüne dönüştürmeye yönelik bir kurma/inşa etme ‘süreç’ine işaret eder. Bu arada şunu da unutmayalım ki, İngiltere’nin yazılı bir ‘constitution’ bulunmadığı gibi, Fransız İhtilali’nin daha 1789 yılı dahi bitmeden en büyük önemi vererek yaptığı iki işten biri Kilise’nin mal ve servetini ulusallaştırmak, diğeri de Katolik olmayanlara da seçilme hakkını tanımak, yani devleti laikleştirmek iken, “Fransa, laik bir cumhuriyettir” ibaresinin anayasa metninde yer alması tam 169 yıl sonra, 1958’de gerçekleşmiştir.
 
‘Akan kanı durdurmak’ edebiyatına en çok başvuranların, yine eğer eblehlikten değil ise madrabazlıktan dolayı her fırsatta ön plana çıkarttıkları ‘barış için müzakere’ teması da aslında, mevcut hükümetin darbecilerden tevarüs ettiği, ancak her fırsatta ve her gün artan bir hız ve hırsla daha da derinleştirip genişlettiği yasaklar rejimini meşrûlaştırma yönünde bir işlev görmektedir. Bir yandan seçim barajları ve lider sultacısı düzenlemeler olduğu gibi durur, diğer yandan da yüzlercesi, her düzeyden seçilmişler olmak üzere on bini aşkın siyasetçi ve her meslekten muhalif zindana atılıp, ancak bir darbe veya işgal yönetiminin başvurabileceği şiddet uygulamalarıyla sivil siyasetin önü alabildiğine kesilirken, hükümetin PKK ve/veya Öcalan’la görüşmesi veya görüşmekten söz etmesine barışçı niyetler atfetmek, bunda bir ümit ışığı görmek, aslında ancak ve ancak “yetmez ama, evet”çilerde görülebilecek bir sendromdur. “Gerekirse İmralı’yla da görüşürüz”, “Habur’da, Oslo’da biz iyi niyetimizi gösterdik” türünden ayakların gerçek fonksiyonu ise, bir yandan hükümetin militarist karakterini kamufle ederken, diğer yandan da siyaseten ka’le alınma ve muhatap olarak kabûl edilip pazarlık gücüne sahip olma konusunda silaha sarılmayı ve silahı en etkili biçimde kullanmayı kural hâline getirerek her gün daha fazla kan akmasına da yol açmaktır.
 
Neyse, yine de Allah’tan ümit kesilmez: Kanlı ölümlerin tek düzeliğinden kurtulup, Ömer Dinçer’in de pek takdir ettiği türden kansız ve ‘güzel’ ölümleri de görebileceğimiz günler hiç de uzak değildir; yeter ki barışsever hükümetimiz, özellikle İmralı tecridi konusundaki kararlı tutumunu sürdürme dirayetini gösterebilsin.