- Nasıl yani? Bir banka şubesine girip biliyor musunuz, Nuh öldü mü diyeceğim? Kusura bakmayın yapamam. -Kayıtlarımızda en yakını olarak göründüğünüz için sizin yapmanız gerekiyor. -Nuh’un öldüğü devletin kayıtlarına girdi zaten. Size de bilgisi gelir… -Siz gitmeyecekseniz oğlu gitsin o zaman. Sinirin tepenize sıçradığı an; “Nuh Köklü’nün oğlu mu var?” -Yok mu? -Yok, bence artık telefonu kapatsanız iyi olur…

Hadi oğlum Derviş, bankaya…

SİBEL KÖKLÜ @sibelkoklu1

Okuyunca gülüp geçtiğimiz internet geyikleri vardır ya hani, ‘Vatandaşı olmasak bu ülke eğlenceli aslında…’ diye başlayan ve akla hayale gelmeyen bir sürü saçmalıktan söz eden… İşte bunu dedirten bir telefon oldu bana geçen hafta. Türkiye’nin en büyük bankalarından biri tarafından arandım ve şu sinir bozucu durumla karşılaştım;

-İyi günler Nuh Köklü ile görüşebilir miyiz? 

İlk tepkim neden arıyorsunuz diye sormak oldu tabi… “Ben eski eşiyim. Neden arıyorsunuz Nuh’u?”

-Hanımefendi size bilgi veremem, kendisine ulaşmamız lazım.

-Neden ulaşmanız lazım? Size borcu mu var?

-Bunu söyleyemem efendim, bilgi güncellemesi için arıyoruz.

“Nuh öldü” cümlesini söylemek kolay değil ama bundan âlâ bilgi güncellemesi mi olur? 

-Nuh’la görüşemezsiniz. Nuh öldü.

“Öyle mi, bir dakika lütfen” dedikten sonra beklemeye aldı telefonu karşımdaki muhtemelen 20 yaşındaki genç kız. Belki de zar zor bulduğu bir işte, çağrı merkezinde çalışıyordu. Onu da anlamak gerekirdi. İki dakika sonra hatta geri dönüp “O zaman en yakın banka şubesine gidip Nuh Köklü’nün öldüğünü bildirmeniz gerekiyor” dedi. 

Sakin kalmaya çalışarak konuşmaya devam ettim; “Nasıl yani? Bir banka şubesine girip biliyor musunuz, Nuh öldü mü diyeceğim? Kusura bakmayın yapamam.”

-Kayıtlarımızda en yakını olarak göründüğünüz için sizin yapmanız gerekiyor.

-Nuh’un öldüğü devletin kayıtlarına girdi zaten. Size de bilgisi gelir…

-Siz gitmeyecekseniz oğlu gitsin o zaman.

Sinirin tepenize sıçradığı an; “Nuh Köklü’nün oğlu mu var?”

-Yok mu?

-Yok, bence artık telefonu kapatsanız iyi olur…

• • •

Nuh Köklü’nün oğlu yoktu belki ama yıllarca oğlum diye sevdiği Derviş vardı. Ne yazık ki o da Nuh’tan önce ölmüştü. O gün evin içinde Derviş’in fotoğrafını aramakla geçti zaman... Zaten ondan kalan tek bir fotoğraf vardı. Derviş’in tüyleri gibi gri, soluk bir fotoğraf…

Eskiden bu kadar çok fotoğraf çekmezdik ki. Şimdiki gibi dijital fotoğraf makineleri, akıllı cep telefonları yoktu. Fotoğraf çekmek özel bir olaydı. Gazeteciliğe başladığımda Canon AE1 Program fotoğraf makinem vardı. Dijital değil, içine 36 pozluk film konan bir makine… Kışın hava sıcaklığı sıfırın altına düşünce pili donar, deklanşör basmazdı. Açık havada fotoğraf çekiyorsak, bir süre montumuzun içine sokup ısıtır, tekrar çekmeyi denerdik. Tabii o arada çekeceğiniz olay geçmiş bitmiş de olabilirdi, şansınıza artık…

• • •

Çocuğunuz yok mu sorusunu bu aralar birinden daha duymuştum kısa bir süre önce. Nuh Köklü toprağa verilirken yanımızda bulunan Sezgin Tanrıkulu sormuştu, gayet doğal bir şekilde. Ben kilitlenip cevap verememiştim ki Alper Taş yetişip benim yerime cevap verdi; “Hayır yok…”

Böyle bir sorunun mezarlıkta gündeme gelmesinin nedeni cenazeyi defnederken, oğlunun tutmasının adetten olması sanırım. Oysa biz ölürken yanımızda kimin olacağını, kimler tarafından toprağa verileceğimizi hiç düşünmedik ki. Çocukları severdik, etrafımızda o kadar çok kardeş, yeğen, kuzen, akraba çocuğu vardı ki, belki de çocuk özlemi çekmedik. İleride yaşlanınca bize baksın, ölünce mirasımıza sahip çıksın, bizi toprağa versin diye çocuk sahibi olmak hiç aklımıza gelmedi.

Zaten tuhaf bir kuşaktık biz… 12 Eylül 1980 Darbesi’ne sokakta oynarken yakalanmış, fırına ekmek almaya sadece çocukların gönderildiği, sokaklarında askeri cemselerin dolaştığı mahallelerde büyümüş, üniversiteye 80’lerin ikinci yarısında başlamış çocuklar. Beyazıt Meydanı’ndaki tarihi Çınaraltı Kahvesi’nde, henüz kırmızı plastiğe dönmemiş tahta sandalyelerde oturup çay içtiğimiz günlerle, Filistin İntifadası’nın taş atan çocukları için ayağa kalkıp yürüdüğümüz günler birbirine karışmıştı. O halden bu hale geçişimiz arasındaki süre ışık hızıydı. 20 yaşında, hayatımızın baharındaydık. Adeta genlerimizde hazır bulduğumuz bilinçle kâh Beyazıt Meydanı’nda kâh Süleymaniye’deydik. O kadar tedbirliydik ki neredeyse bütün üniversite hayatımız boyunca tek bir kare fotoğraf çektirmedik…

• • •

Derviş bizim eve 6 aylıkken küçük bir sepet içinde geldi. Uzun koridorda ilk karşılaştığımızda, üç saniye birbirimize baktık ve sonra farklı yönlere kaçtık. Derviş neredeyse üç gün ortaya çıkmadı. Evde el ayak çekildikten sonra piyasaya çıkıyor, ortaya koyduğumuz mamayı yiyor, suyu içiyordu. Mama yeme konusunda sıkıntısı yoktu zaten Derviş’in. Bazen birkaç günlüğüne seyahate gittiğim durumlarda, evin farklı yerlerine küçük kaplarda mama bırakır, ben yokken idare edeceğini düşünürdüm. Ama Derviş ben daha evden çıkmadan önce hepsini bulup yerdi. 

Derviş’in aşı olmak için veterinere gitmesi de ayrı bir olaydı. Taşıma sepetine girmemek için tırnaklarını öyle bir etinize geçirir, kapıdan çıkmamak için öyle acıklı ağlardı ki sonunda bütün apartman başınıza toplanır, kediye işkence eden canilere bakar gibi bakar, biz de vazgeçmek zorunda kalırdık.  

Derviş’e bakıp gülerdik bazen, “Yahu neredeyse 7 yaşına geldi. Bu kadar emeği bir çocuğa versek, en azından bakkala gönderip iki ekmek aldırırdık” diye dalga geçerdik.

Hele Derviş’le evde yalnız korku filmi seyretmek başlı başına bir olaydı. Televizyonun yanına kurulur, gözünü arkanızda sabit bir noktaya diker, dehşetle bakarken siz arkanızdan filmdeki eli bıçaklı katilin yaklaşmakta olduğunu düşünüp sıçrayarak yerinizden kalkardınız.   

Ne yazık ki filmlerde sandığımız eli bıçaklı katili gerçekten gördük biz, durduk yere gelip Nuh’un canını aldı. Sevenlerini tarifsiz bir acı içinde bıraktı. Ağrı kesiciyle geçmeyen acılar vardır, bilirsiniz. Belki yazdıkça azalır...