Dolaştı biraz hastanenin bahçesinde. Bazı akrabaları aradı. Ne diyeceğini düşündü bazı başka akrabalara. Aslında unutulmuş bir oğlandı ailede, aslında zaten ölüydü. Ama işte anılarda bir oğlan olarak ölüydü; ‘şimdi’ de bir kadın ölüsü. Nasıl olur?

Haftanın Öyküsü: Transes

ONUR AKYIL

Uzadıkça uzuyor koridor… Bir ölüye gitmenin dargınlığı. Aklından garip şeyler geçiyor. Akıldan hayat boyu hep garip şeyler geçer zaten. Akıl böyle yorulur; odalar, tüm o beyazlık, o içten sessizlik… Kapıdalar işte, nihayet geldiler. Kapı sayılamayacak bir genişliğin önünde, içinde; duruyorlar. Küçük, kararmış tabelada ‘MORG’ yazıyor. Giriyorlar. Doktor ruhsuz: "Tanıyamayabilirsiniz oğlunuzu" diyor. Kapıcı mı, hastabakıcı mı, herhangi başka bir hastane görevlisi mi olduğu belli olmayan ama doktor kadar hızlı yürüyen, en az doktor kadar ‘her şeye alışık’ tipin yüzünde iğrenç bir gülümseme beliriyor; yalandan bulanıyor sonra yüzü. İnsanı sıkıştıran, boğan bir ‘içeriye’ daha geçiliyor. Çekmeceler. Soğuk. Alt alta. Oğlunu görmeye hazırlıyor adam kendini. Hazır değil mi? Değil. Bir ölüye bakmak hazırlıksız bir eylemdir.

"Tanıyamayabilirsiniz oğlunuzu..." "Nasıl tanıyamam?" diye bir an soruyor kendine; cevaplıyor kendini şaşkın: "Belki de tanıyamam..."

Darmadağın mı oğlum? Paramparça mı? Nasıl tanımam?

Ne idüğü belirsiz tip açıyor çekmecelerden birini. O beyazlık, o içten sessizlik yatıyor çekmecede. Doktor çekip alıyor beyazlığı, sessizliği. İşte oğlun. Oğluna bakıyor; kıpkırmızı dudaklarına oğlunun. Ruj. Anlamıyor. Birçok şeye inanmıyor, inanamıyor bir anda.

"Normalde böyle olmaz. Getirdiklerinde, hayatını kaybetmiş… Hemen aşağıya indirmişler..." Başka bir şey söylemiyor doktor. Rujlu dudaklarıyla ölü gelmiş oğlu. Ondan başka herkes bir iki adım geri atıyor istemsiz… Otuz yıla bakıyor. Kıpırtısız yatan bir otuz yıla. Her ne olmuşsa… Nasıl olmuşsa… Dünyada geçen bir otuz yıl, rujlu dudaklarla almış oğlunu ondan. Gerçekten bilmiyor ne yapması, ne demesi gerektiğini. Eli oğlunun üzerindeki beyazlığa gidiyor; oğlunun üstüne örttükleri beyazlıkla oynuyor. Farkında değil. Memeleri açılıyor oğlunun. Görmüyor. Doktor geri çekiyor onu; beyazlığı ölünün alnına kadar çekiyor. Öbür adam; o pis tip, çekmeceyi itiyor.

Kapanıyor çekmece.

Nasıl ölmüş?

Anlatırız. Polis de bilgi verecektir.

Ne olmuş? Nasıl ölmüş?

Ne zamandır görmüyorsunuz?

Ne zamandır görmüyorum…

Genişleye genişleye daralıyor dünya. Yeniden uzuyor koridor. Anımsanacak bir şey yok. Geçmişin terk ettiği bir hayat. Hayır; geçmişin terk ettiği iki hayat. Bir baba bir oğul bir ta ne zamandır görmeme bir ölüm. Bahçesinde hastanenin kimse yok sanki. Yarı açık bir gök bitmiş şeylerin üstünde. Banka oturuyor; bir şey düşünmek istiyor. Karışık kafası. Oğuldan habersiz geçen günlerin beklenmeyen hediyesi. Hiçbir şeyin hiçbir şeyi değiştiremeyeceği gerçeği. Anlatacak birini aranıyor etrafında; olup biteni anlatacağını birini. Durgun. Neden sonra çalan telefonunu açıyor: "Gördüm, gördüm. Ölmüş..."

Yinelenen şeylerin… Yinelen sözcüklerin; yazıda, hayatta, boşlukta yinelen sözcüklerin çağıramadığı anlamak. Sabahın ilkliğinde alınıp evden bir ölünün, oğlunun başına dikilişi. Tanıyamadığı, tanıyamayacağı…

Doğduğundan beri hiç mi hiç tanımadığı… Hissetmiyor. Bu yabancılık bile değil, habersizlik de değil. Ne bu? Bu bilinmeyen. Başka bir insan artık. O da başka bir insan, ölü de. Bir ölü hâlâ insan mıdır? Bir insan ölüsü insan olarak hatırlanır. Hatırlayacak. Tanıyamayacak ama…

Karar alır insan; bir karar alır ve meydan okumuş olur kâinata. Sonsuzluğun her noktasında, her aşamasında insanı suçlayan bir kalıcılık vardır. Değişen şeyler ve değişmeyen şeyler tek bir şey olurlar. O tek şeyden daha önemli ne vardır? Daha önemli bir şey yoktur o tek şeyden. Canlılığa karıştığı halini değiştirenler; yazım hatasını fark edenler bu yüzden sevilmezler pek. – de’lerin ve –ki’lerin her zaman ayrı yazılamayacağı, kimi zaman ayrı yazılmaları gerektiği kadar kural değil midir? Kim düşünür ki bunları? Kimse. Herkes aslında yalnızca yaşar. Üstelik hayattan kısa… Hayat kısadır hayattan. Ruj. Oğlun mu o senin?

Tanıyamadı.

Dolaştı biraz hastanenin bahçesinde. Bazı akrabaları aradı. Ne diyeceğini düşündü bazı başka akrabalara. Aslında unutulmuş bir oğlandı ailede, aslında zaten ölüydü. Ama işte anılarda bir oğlan olarak ölüydü; ‘şimdi’ de bir kadın ölüsü. Nasıl olur? Hiç mi bir şey hissetmiyor? Akşam olsa, kararsa hava. Böyle bir şey geçiyor içinden. Yalnız buluyor kendini. Yalnız. Unutulmuş birinin beklenmeyen ölümü. Düğünü geçiyor birden gözlerinin önünden, kayboluyor. Yığılıverecek olduğu yere…

Anlıyor. Bu dünyada, bu hayatta hepimize yetecek tek şey yalnızlıktır. Acıdır insan; insan acının ta kendisidir. Yanlış acılar çekilir sadece, doğru acılar çeker. "Oğlum" diye dökülüyor ağzından. "Oğlum" diyor, "Doğru acım..." Ölümün belki de kayda değer tek tarafı bu… Cehalet ölüm karşısında ölüyor. Ölümle yüzleşince zayıflıyor sıradanlık. Kendisi de sıradan bir şey değil mi ölümün? Sıradan bir şey mi cehalet? Oğlum. Kızım. Ölüm.
Görse şimdi babasını, tanıyamaz ölü. Erkek babası inceldi işte.

Pis tip geliyor ona doğru, elinde bir poşet bir de çanta. "Bunları vermeyi unutmuşlar size. Ama kaybetmeyin ha! Polis alacak sizden. Bakacaklarmış bunlara..." "Polise verin..." "Doktor babasına verin dedi.’. Alıyor çantayla poşeti.

Oğlunun ölüsü. Kızının çantası.

(Öykülerin anlatmamanız gereken yerleri vardır.)

Geliyor kendine bir süre sonra. Oğluna, kızına, onu tanımayışına ağlamaktan kızıl gözleri. Derinliği burada insanın; insan bir şeye üzüldü mü, bir şey için ağladı mı aslında hayatının bütün karanlık yerlerine üzülür, bütün karanlık yerlerini ağlar. Yetecek şeyler değil ama ne ağlamak ne üzülmek… Yetecek şeyler değil insan hayatının karanlık yerlerine…

Tanıdık bir ses olsun diye kendine doğru bağırıyor.