Buket Uzuner’in Tabiat Dörtlemesi’nin son kitabı “Ateş” okurla buluştu. Uzuner, “3 H’nin, haksızlık, hırsızlık ve hainliğin olmadığı bir Türkiye’de yaşamak istiyorum. Yeniden başarabileceğini bilecek kadar deneyimliyim” diyor.

Hainliğe karşı omuz omuzayız
Buket Uzuner, son kitabı ‘Ateş’ ile ilgili BirGün’ün sorularını yanıtladı. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Emrah KOLUKISA

Buket Uzuner’in okurların gözbebeği haline gelen Uyumsuz lakaplı dedektifi Defne Kaman bir kez daha kayıp. Üstelik bu kez yangınların tehdit ettiği, alevlerin gitgide yükseldiği Mardin’de. Uzuner Anadolu ve Mezopotamya efsaneleri eşliğinde kurguladığı ve Tabiat Dörtlemesi olarak isimlendirdiği roman serisinin bu sonuncu kitabında kadim geleneklerimizin günümüzdeki ışığını yansıtıyor ve seriye alevli bir nokta koyuyor. 

BirGün için e-posta üzerinden söyleştiğimiz Buket Uzuner’e ilk sorumuz da Everest etiketiyle raflara çıkan “Ateş” hakkında oluyor haliyle.

Defne Kaman’ın son macerası “Ateş” ile başlayalım istiyorum. Serinin dördüncü kitabı olduğuna göre bu son macera değil mi? Artık başka bir seri mi gelecek?

Evet, ‘Tabiat Dörtlemesi’nin son romanı Ateş, henüz iki ay önce yayımlandı. 2008 başında yazmaya başladığım ‘Tabiat Dörtlemesi’ “Su”, “Toprak”, “Hava” ve “Ateş” romanlarını bazen hiç tamamlayamayacağım kaygısına kapıldığım, özellikle pandemi döneminde kilitlenip kaldığım oldu. Bu süreçte bana 14 yıl gibi uzun ve zorlu bu çalışma için neyin ilham ve direnç sağladığını sık sık sorguladım.

Sanırım bu, ‘neden çevre ve iklim sorunlarını merkeze alan, Türk, Anadolu ve Mezopotamya mitolojilerinden iki kadın kahramanın serüvenini yazdığımı soranlara da yanıt olacaktır. Ben, insanlığın özellikle son yüzyılda hayvanlara, çocuklara, kadınlara, ağaçlara, suya, toprağa ve havaya, topluca tabiata karşı gösterdiği saygısız, sevgisiz ve iki yüzlü tavır ve eylemlere duyduğum üzüntü, öfke ve buna karşı iyi bir şeyler yapma arzusuyla bu dörtlemeyi yazdım. Bunu yaparken kendi mitolojimizi bilmediğimiz için köksüz savrulduğumuzu haykırmak ihtiyacı da olmalı. Evet, Türk Mitolojisinin altı unsuru var, beşincisi Ağaç (tahta) ve altıncısı Demir. Fakat benim dörtlemem şimdilik burada bitti. Şimdi, özellikle anne okurların benden yıllardır talep ettiği bir çalışmam var: Defne Kaman ile Umay Nine’nin çocuklar için eko-mitolojik resimli maceraları. Bir de elimde uzun zamandır yazmakta olduğum, bizim kuşakların biriciği değerli müzisyen Timur Selçuk’un anısına adadığım ‘Ayrılanlar İçin’ adlı bir öykü kitabı.

Romanlarınızdan ve aktivist yönünüzden çok iyi biliyoruz ki çevre sorunlarına karşı çok duyarlısınız. Bu nedenle özellikle bu konuyu sormam lazım; sizce mevcut iktidar çevre meseleleri konusunda nasıl bir karneye sahip?

İnsanların, çevre veya iklim sorunlarının aslında tarım, gıda, kıtlık, sel, hava kirliliği, kanser, göç, mültecilik hatta savaşa neden olduğunu gerçekten kabul etmeleri bir yüzyıl aldı, desem abartmış sayılmam. Artık herkes biliyor ama çoğunluk hâlâ sessiz izliyor. Bu yüzyılda dünyada tüm zamanlardan farklı olan şey, çevre sorunlarına sebep olan iklim değişikliğinin artık büyük oranda insan faaliyetlerinin sonucu oluşması durumudur. Şimdi haklı olarak diyeceksiniz ki, tabiatı sadece bir para ve güç kaynağı bir materyalmiş, cansız bir malmış gibi gören iş dünyası, tüccarlar, şirketler ve onların desteklediği iktidarlar her zaman vardı, her çağda olmuştu. Yani tıpkı şu anda olduğu gibi dünyayı neredeyse hepsi yaşlı erkeklerden oluşan iktidarlar, eskiden hanlar, krallar veya sultanlar, şimdi siyasetçiler, başkanlar ve onarları destekleyenlerin ihtirası çevre ve iklim konusu dâhil mahvetti. Biz de Türkiye olarak üstelik güneş ve rüzgâr kaynaklarının cenneti bir coğrafyada, aynı açmazın tam göbeğindeyiz. Peki ne yapmalıydık ve neyi yapamadık? Eğer HES enerjisi için suyu kesilen deresine, turizm veya daha fazla et yemek uğruna meraya dönüştürülmek için binlercesi sökülen ağacına, yasaklanan yerli tohumuna, kansere neden olan karbon kaynaklı kirli havasına sahip çıkan insan sayısı, iktidarları bu eylemlerinden caydırıcı ağırlıkta olsaydı bunun bizde ve dünyada mutlaka bir karşılığı olurdu. Fakat öyle olmuyor, olamıyor. İyi kavramamız ve üzerinde çalışmamız gereken sorun şu: deresinin üstüne yapılacak HES’e karşı iş makinasının önüne yatarak hayatını tehlikeye atacak kadar bizzat ‘Tabiat Ana’ yüreği taşıyan o köylü kadının, o iş makinasını hayat kaynağını yok etmek için yollayan aynı iktidara neden oy vermeye devam ettiğidir. Bunu anlamaya çalışırken suçlayıcı olmak yerine artık bilim, toplum psikolojisi ve psikomitoloji yardımıyla yeni çözümler üretmemiz gerekir.

Son deprem felaketi örneğinde akıl almaz durumlarla karşılaştık gerçekten de. Hükümet çevreleri olan biteni kader gibi soyut kavramlarla geçiştirmeye çalıştı ama bu söylem sizce toplumda ne kadar karşılık buluyor?

Depremin milyonlarca yıldır var olan ve hep olacak bir tabiat olgusu olduğunu artık her kültür ve inançtan insan biliyor. Depremin değil, akılsızlığın ve ahlaksızlığın depremlerde ölümlere neden olduğunu Şubat’ta yaşadığımız Maraş merkezli büyük felaketten sonra yaşadıklarımız sonunda artık anlamayan kalmamıştır. Şimdi internet sayesinde, benzer büyüklükteki depremlerde bir zamanlar komşumuz olan çağdaşımız Japonya’da bilim ve şeffaf yönetim sayesinde Japonların bizim gibi ölmediğini herkes biliyor. İşte son yıllarda yaşadığımız bütün hayal kırıklıkları ve çöküşlerle öyle bir noktaya dayandık ki, artık ahlaklı, dürüst ve ongun olup olmamak konusunda kesin bir tercih yapmak zorundayız. Bu sadece iki seçenekli bir final sınavı gibi. Bakın 1000 yıl kadar önce Karahanlı Türkçesiyle şair Yusuf Bin Hasib’in o zamanın iktidarı kağanlara nasıl akıllı, itibarlı, âdil ve iyi yönetici olacaklarını öğrettiği ünlü klasik kitabımız Kutadgu Bilig bu konuda bize hâlâ yol göstericidir. Ben Kutadgu Bilig’i Su, Toprak, Hava ve Ateş romanlarımda kullandım. Bu da benden bir iyilik olarak şimdiki ve gelecekteki iktidarımıza Kutadgu Bilig’den birkaç dize armağanım olsun çünkü 1000 yıldır o kutlu bilgiler hâlâ geçerlidir:

“Kişi akıl ile yükselir, bilgi ile büyür, kişi bu ikisiyle itibar bulur.” 
“Ey kudretli hükümdar, kötüleri servet sahibi etme, kötüler zenginleşince hâl ve tavırlarını değiştirirler.”
“Bilgisizin düşmanı kendi bildiği ve yaptığıdır, başka düşmanı olmasa bile bu ikisinin sıkıntısı ona yeterlidir.”
“Akıllı kişilerin sözü övülecek sözlerdir, o doğru ve dürüst olr, kendini her zaman belli eder.”
“Binlerce erdem ve çok alkışlanan iş, akıl ile yapılmış olduğu için övülmüştür.”

Bir yandan da kadına yönelik neredeyse düşmanca tavır iktidarın politikalarında gitgide öne çıkmaya başladı. Kadınlar, bu son 20 yılda, kazanç kayıp denkleminde nasıl bir haldeler? Ve ne yapılmalı, nasıl bir yol haritası belirlenmeli sizce?

Kadınlar, dünya ve Türkiye nüfusunun yarısından fazlası ve insanlık soyunun devamını bizzat sağlayan cinsiyet olmasına rağmen, entelektüelleri dâhil olmak üzere erkekler tarafından zekâları hor görülmüş, köle, cariye ‘aileler arasında kız alıp-kız verme’ alışverişlerine malzeme yapılmış, savaşlarda tıpkı içi canlı dolu ve aslen tabiata ait TOPRAK gibi, tıpkı yurt gibi savaş ganimeti mal olarak kullanılmıştır. Oysa Tabiat Ana, Anayurt gibi kutsal varlıkların imgesi hep dişildir, kadındır. Bugün artık kadınların baskı ve zorbalıkla önlenmedikleri sürece yapamayacağı hiçbir meslek, iş veya entelektüel etkinlik kalmadığını dünya âlem biliyor, artan şiddet belki de kadınları kontrol etme devrinin yıkılış sarsıntısıdır. Nasıl ki, Osmanlı Devleti’nde sadece erkek ve büyükbaş hayvanların nüfustan sayılması, yani kadın ve çocukları değersiz kabul edildiği zamanlar şimdi bize büyük bir ayıp ve kötülük olarak geliyorsa, yakın bir gelecekte kadınların insan iradesini yok sayan ve şiddet gördükleri için boşanmak istediklerinde öldürülmelerini, öldüren kocayı cezasız bırakarak teşvik edenleri de öyle göreceğiz. Dünyada kadınlarını en fazla öldüren erkeklerin ülkesi olarak tanınmakla gurur duyulmayacağı ana okullarından başlayarak çocuklara öğretilmeli. Öte yandan, her sınıf, meslek ve kökenden kadınların temsil edildiği toplantılar, buluşmalar, konuşmalar çok daha fazla yaygınlaştırılmalı, köylerden kasabalara her ortamda çoğalmalı, görünür ve kaçınılmaz kılınmalı. Konuya duyarlı erkekler de dâhil bu dayanışma arttırılmalı. Kadın sorunu, yalnızca kadınların değil ülkemizin sorunudur. Kadınların sorunlarını ve çözüm önerilerini anlattıkları toplantılar internet yoluyla geniş halk kitleleriyle paylaşılmalı. Bunlar güç ve dayanışma kazandırır. Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 2 Şubat 2023’te Atatürk’ün henüz Cumhuriyet kurulmadan sekiz ay önce İzmir’de iktisat Kongresi’nde içinde yaptığı Kadın Kongresi’nin 100. yılında yüzlerce kadını bir araya getirdiği toplantı böyleydi ve çok başarılıydı.

Kültür sanat alanındaki baskılar da gitgide artıyor. Sizce iktidar bu yasaklamalarla neyi hedefliyor, korkuları ne?

Yakınlarda “Baba” (Godfather) filmiyle 1973’te kazandığı Oscar ödülünü reddeden Marlon Brando’nun o yıl yapılmış bir röportajını izledim. Brando o törene gitmemiş, onu temsil eden Kızılderili (Amerikan Yerlisi) oyuncu Sacheen Littlefeather onun yerine sahneye çıkıp onun ödülü neden reddettiğini canlı yayında dünyaya duyurmuş. Marlon Brando, tüm dünyada izlenen Hollywood filmlerinin, Kızılderililer başta olmak üzere beyaz ırktan sayılmayan insanları (Latin Amerikalı, siyah/zenci vbg) küçümseyen, küçük düşüren, alay eden filmlerle insanlığa nasıl büyük ve kitlesel bir kültürel zehir saçtığını anlatıyor ve bunu protesto için ödülü reddettiğini yineliyordu. Yani, kültür- sanat çok kullanışlı bir uyuşturucu ilaç veya aydınlatan, uyandıran şifa olabiliyor. Çünkü insan hikâyeden öğrenen bir canlıdır, bu nedenle Sapiens denen türümüze Narrans (hikâye edici) da diyorlar. O halde malum soru şu: “sanat ve kültür silahı kimin elinde olup, nasıl kullanılacaktır? Yani, erkek siyasetçilerin ve iş dünyasının yönlendirdiği Hoolywood’un film propagandasındaki gibi ayrımcılık zehri mi üretecek, yoksa 1984 romanının evrensel zihin açıcılığı gibi bir işlevi mi olacaktır? İşte iktidarlar bu yüzden kültür ve sanatı kontrol etmeye çok önem veriyorlar. Bir İspanyol yazar arkadaşım bana, Diktatör Franco’nun 40 yıllık yönetimi sırasında İspanyol kültür ve sanat üretiminin sansür ve baskılar yüzünden içten içe çürüdüğünü, ancak İspanyolca konuşan Latin Amerika ülkelerinin yazar ve sanatçıları üretimi sayesinde kurtulduğunu büyük bir kederle anlatmıştı. Hiç kuşkusuz li, kültür ve sanatın gücü, insan var oldukça büyük olasılıkla farklı biçim ve boyutlarda ama daima devam edecektir. Önemli olan daima toplumların buna vereceği tepkidir.

Seçimlere sayılı gün kaldı. Olası bir iktidar değişiminde sizce ilk değiştirilmesi ya da düzeltilmesi gereken şey nedir?

Ben Buket Uzuner olarak Türkiye’yi bütün kültürel farklılıkları ve çeşitliliğiyle çok seven, özyurdu kabul eden, başkalarının haklarına saygı gösterirken benim hak ve özgürlüklerime de saygı gösterilmesi kaydıyla, birbirimizi hor görmeden kadın, erkek, çocuk bir arada, huzurlu, kavgasız, toprağa, suya, havaya, ağaca, börtü böceğe, hayvanlara değer vererek burada yaşamak istiyorum. Özellikle talebim 3H yani: Haksızlık, Hırsızlık ve Hainlik olmadan, hak, hukuk ve adaletin düşmanlara bile gerekli olduğu bilinciyle yeniden tazelenip, yeniden neşeli türkülerimizi söyleyip, omuz omuza halaylar çekip, zeybekler oynayacağımız bir Türkiye istiyorum. (Eski folklorcuyumdur yani!) Bana hayalperest mi diyorsunuz? Değilim; aksine bir kere başaranın yeniden başarabileceğini bilecek kadar deneyimliyim. Küllerinden doğmuş, Çanakkale’de birbirinden farklı kültürel kökenden gelmiş yüzlerce gencin yanyana yattığı mezarları gördüm. Paramparça edilmiş, yoksul ve çaresiz bu halkın tüm hainlere rağmen ayağa kalkıp, eksikleri, hataları olsa da onurlu bir Cumhuriyet kurduğunu biliyorum. Bir kere başardık, üstelik şimdi en az dört kuşak eğitimli insanımız var, yine başarırız. Tek şart var: Brecht’in dediği gibi “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiç birimiz.”