Dalga dalga geliyor her şey. Ekonomik kriz, otoriterlik, virüs… Hatta hepsinin ikinci, üçüncü, beşinci dalgası oluveriyor. Tüm bu gelişmelere karşı halkı koruyacak olanın dayanışma ve o dayanışmayı kurumsallaştıracak bir sosyal devlet olduğu aşikâr. Krizlerden halkı koruyacak, demokratik hak kullanımına dayalı bir toplumsal sözleşmeyi var edecek ve buna imkân verecek özgürlüğü siyasal, sosyal ve ekonomik olarak sağlayacak bir sosyal devlet. İktidarların seçim kaygısıyla değil halkın ihtiyaçlarıyla kendisine yol çizecek bir sosyal devlet.

Oysa Türkiye Saray rejiminin elinde günden güne böylesi bir sosyal devletten uzaklaştırıldı. Devlet, Saray tarafından ele geçirildi, ‘şahsım siyasi partisinin’ parti devletine dönüştürüldü. Şahsım parti devleti on yıllar içerisinde özelleştirmeler yoluyla yok ettiği kamusal birikimi son damlasına kadar yerle bir etme kararlılığından hiç geri adım atmadı. Öyle ki, en son, bütçe dahi özelleştirildi!

Adına ‘Varlık Fonu’ denilen ve hiçbir kamusal denetime tabi olmayacak bir ipotek fonuyla, başında AKP Genel Başkanı ve damadıyla, artık bütçe de dahil olmak üzere her şey aile şirketinin…

Böylece şahsım parti devleti halkın ödediği vergilerin imkân verdiği bütçeyi de Saray’ın tekeline hapsetti. Bütçeler siyasi tercihler bütününün yansımasıdır. Saray’ın bütçesi de Saray’ın tercih bütününün çok net yansıması. Bu net tablonun bir parçasını hafta başında açıklanan bütçe dengesi gerçekleşmelerinden görüyoruz.

Bütçe rekor düzeyde açık veriyor. Üstelik bu açık verme hali 2019’dan beri, yani koronavirüs öncesi dönemden beri süregeliyor.

Elbette ki kriz dönemlerinde bütçeler açık verir, vermelidir de. Ancak krizden çıkıldığı dönemde bu açıkların ek hasarlar bırakmasını engellemek mutlaka gözetilmeli. Bir diğer deyişle, bütçe kaynaklarının doğru yani ihtiyaç duyulan alanlara harcanması, çarçur edilmemesi mutlaka gözetilmeli.

Gözetilmediği takdirde ortaya çıkacak hasarların iki önemli boyutu olacak. Her şeyden önce halkın temel ihtiyacı giderilmemiş olacağı için halk açısından içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal kriz aşılamamış, sorunları derinleşmiş olacak. İkincisi de, iktidarın yıllardır bilerek kurduğu dış borca bağımlı düzenden kaynaklı; herhangi bir fayda içermeyen mali gevşemeler nedeniyle Türkiye’ye verdikleri borçları geri alamayacakları kaygısıyla Türkiye’ye borç verecek olanları kaçıracaktır. Bunun telafisi için daha yüksek faiz, pazarlık masasında halktan daha çok fedakârlık talep edeceklerdir. Her iki boyutuyla bu hasarın en çok da halkın ekonomisine, sosyal yaşamına ve geleceğine olacağı açık.

Oysa bizim kuracağımız halkçı iktidarın böylesi derin ve çok boyutlu bir kriz döneminde siyasi tercihi bütçe açığının halktan yana verilmesi olurdu. Ve o tercih halka hak temelli sağlanacak doğrudan gelir desteği ile üretici güçleri korumaya odaklanırdı. Bu krizin aşılabilmesi için yapılması gereken buydu. Yapılmadı.

Yapılanın ne olduğunu ortada. Hanehalkı desteği, kısa çalışma ödeneği, nakdi ücret desteği ve işsizlik ödeneği kapsamında toplam ödemelerin 20,4 milyar TL ile sınırlı. Türkiye ekonomisinin yüzde 1’i dâhi değil! Geriye kalanlar ise destek adı altında halka dayatılan yeni borçlar.

Oysa halkın ihtiyacı ve hatta hakkı devlet tarafından sağlanacak güvenceler. Bu güvencelerin doğrudan gelir desteği olması gerekliliği açık. Üstelik çok daha yüksek tutarlı bir gelir desteğiyle üretici güçlerin sadece bugünkü sıkıntıları giderilmekle kalmayacak, bu kriz aşıldığında yeniden ayağa kalkabilmelerinin de ön koşulu sağlanmış olacak. Nitekim geçtiğimiz hafta Ebru Voyvoda ve Erinç Yeldan’ın kamuoyu ile paylaştıkları ve bütüncül bir genel denge modeline dayanan bilimsel çalışmaları böylesi bir doğrudan gelir desteğinin miktarının 123,5 milyar TL olması gerekliliğine işaret ediyor. Detayları planlanmış bu tutarda bir gelir desteğinin sonuçlarının halktan yana olacağını hesaplıyorlar. Çalışanların ücret geliri kayıplarının yüzde 85’i telafi edilebilir. Salgının milli gelir düzeyinde yaratması muhtemel erozyonun yüzde 60’ı önlenebilir. Salgınla yüzde 30’lara çıkması beklenen işsizlik oranı böylece yüzde 17’ye düşebilir. Üstelik bu destek bütçe açığının milli gelire oranını da yüzde 12 yerine yüzde 6 civarında tutulabilir.

Önerilen doğrudan gelir desteği paketinin bugünkü uygulamalardan temel farkı sadece miktarında değil. Aynı zamanda iktidarın bölük pörçük uygulamaları yerine bir bütüncül çerçeve öneriyor. Halkı değil iktidarını gözeten siyasi tercihin yerine halkı gözeten bir siyasi tercihi bütçe ile somutluyor. Adına tedbir diyerek ardına yeni borç yükleri gizlemek yerine doğrudan üretici güçlere yani emekçilere, KOBİ’lere, kendi hesabına çalışanlara doğrudan gelir desteğini savunuyor. İktidarın hesap sorulmasın diye kaynaklarını dahi halkla paylaşmaktan kaçındığı karanlık yerine de şeffaf bir bütçeyi koyuyor.

Bilime, halka kulak verdiğimizde ihtiyaç çok açık… Hızla bu şahsım parti devletinden sosyal devlete geçmek zorundayız. Toplumsal barış için, ekonomik özgürlük ve güven için, halk olarak nefes alabilmek için.