Söz konusu bir reçete önerme olduğunda devreye edebiyattan fazlasıyla uzak kişisel değişim kitapları giriyor. Bu yayınların psiko-politik yanına bir yana bırakırsak edebiyattan farklı olarak tek tip bir materyal, tek tip bir rota, tek tip bir farkındalık sağlıyor. Oysa parmak izlerimiz kadar bizler de farklıyız.

Hangi edebiyat kimi iyileştirir?

Nesli Zağlı

“Devinimin olduğu yerde ışık, ışığın olduğu yerde kaçınılmaz biçimde gölge vardır. Hayat ışıkla münkünse de hayatın anlamı gölgelerde saklı durur.

Zamanın ölü doğmuş çocuklarını görürsünüz karaltıların içinde. Sözcükler, suskunluklar, şarkılar, ağıtlar, yeminler, ihanetler, kahkahalar, gözyaşları, sevinçler, hayal kırıklıkları ve yüzler. En çok da yüzler. Neden söz ettiğimi biliyorsunuz. Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikâyeler biter.

Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür. Gölgesini kaybeden insan gölgenin kendisine dönüşür”*

Edebiyat ve psikoloji ilişkisine dair en popüler sorulardan biri “bir kitap okuyunca hayatın değişip değişmediğidir”. Bu hem çok mümkün, hem de çok zor yaşanabilecek bir şey. Mümkün olan yanı iyi bir edebiyat okurunun illaki hayatının bir dönemde okuduğu bir kitaptan sarsılırcasına etkilenmesi ve kitabın hayatına birebir nüfus etmesidir. Zor olan yanı ise kişinin okuduğunun hayatına dokunmasına izin verecek kadar farkında, yüzleşmeyi kaldıracak kadar güçlü ve kitabın hayatına dokunduğu yeri mimleyecek kadar hazır olmasıdır. Kendi deneyimimden biliyorum ki onlarca klasik veya çağdaş kitap okuduktan sonra hayatımın bir döneminde okuduğum bir psikoabsürd romanda (*Alper Canıgüz- Cehennem Çiçeği) karşılaştığım bir paragraf hayatımı kökten olmasa da en sivri ucundan değiştirdi. Bunun nedenini şimdi düşündüğümde görüyorum ki kitabın yorumları bende saklı duran onlarca şeyi harekete geçirmiş ve bu kitaptaki cümleler tıpkı anahtarın kilidi bir çırpıda kolayca açması gibi bendeki “şeylere” denk gelmişti. Bu deneyimi hayatınızın bir döneminde yaşamış olma ihtimaliniz yüksek. Bu deneyim size olumlu olduğu gibi olumsuz da yansımış olabilir. Sizi “iyileştirebileceği” gibi sarsmış ve dağıtmış da olabilir. Bu nedenle edebiyatın kimi nasıl iyileştirebileceği çağa, zamana, ego gücüne, farkındalığa, dikkate ve özene bağlıdır.

Edebiyatın bizi ruhsal olarak iyileştirebileceğine inancımız hurafe değil. Ruh sağlığı alanında “bibliyoterapi” adı verilen ve ülkemizde de yavaş yavaş temsilcilerinin oluştuğu bir yaklaşım var. Bu çalışmalar bireysel veya gruplar halinde yapılan okumalarla kişinin iç dünyasına erişmeyi ve burada sağaltıcı bir etki yapmayı hedefliyor. Bunun için kimi zaman bir biyografi, kimi zaman da bir kurgu kullanılabilir. Benim sorum da şu; kişiler bu metinlerde ortak bir sarmalayıcı etki yaşar mı? Biliniyor ki aynı psikoterapinin zihinde yaptığı gibi bazı kitaplar da beyinde olumlu duygularla ilişkilendirilen etkiler yaratabiliyor.

Ama yine de aynı psikoterapideki gibi herkese uyan bir reçete olması çok olası değil. Söz konusu bir reçete önerme olduğunda devreye edebiyattan fazlasıyla uzak kişisel değişim kitapları giriyor. Bu yayınların psiko-politik yanına bir yana bırakırsak edebiyattan farklı olarak tek tip bir materyal, tek tip bir rota, tek tip bir farkındalık sağlıyor. Oysa parmak izlerimiz kadar bizler de farklıyız. Bambaşka öykülerden geçip, çeşit çeşit anlar biriktirip kendi yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Elbette hem evrensel hem de kültüre özgü beğenilerimiz, arzularımız ve beklentilerimiz var. Ama ünlü yazar ve şairlerin sosyal medyada bıktırırcasına paylaşılan cümlelerinden fazlasını demliyoruz edebiyattan. En azından ben öyle umuyorum.

Aranızda Dostoyevski’nin Yer Altından Notları’ını başucu kitabı yaparak ahlakı, isyanı, rest çekmeyi, zaafları tanımlayan vardır. Orhan Pamuk okuyarak ömrün örtülerini, dehlizlerini, kuyularını, kalelerini inşa eden vardır. Marquez okuyup hayata dair her rengin, tekrarın, iç içeliğin şöleninde keyiflenen de vardır. Bazıları Bukowski’yi, George Perec’i, Hakan Gündayı ve Sadık Hidayet’i okumaktan kaçınan ve dolayısıyla sert, arsız ve iliklerine nüfus edebilecek isyankârlığı reddeden de olacaktır. Bazı insan hayatının bir döneminde yalnızca ve yalnızca şiir okuyacaktır. Çünkü dayanamadığı ayrılığı, aşkı, aşkınlığı sembolize etmeye ihtiyacı vardır. İnsanın her çağında her kitap insana iyi gelmez. Aynı kitabı bir okuyuşunuzda kitabın kahramanıyla özdeşim kurar etkilenirsiniz, başka bir okuyuşta anti-kahramanıyla. İşte bu çoğu zaman buz dağının yüzeyinde yükselme şansı bulan psikodinamiklere bağlıdır. Bir kitabın derinlikler içindeki bilinçdışı malzemeyi de dürtme ihtimali vardır. Şansınız varsa bir blogda, bir okuma grubunda, terapistinizin odasında bu derin etkileri yorumlama şansı bulursunuz. Aksi takdirde elinizdeki kitabın kapağını kapattığınız an beklenmedik bir huzursuzluk da sizi bulabilir. Sonuçta edebiyat sadece umut aşılamaz, ufuk açmaz, yaralara merhem olmaz. Edebiyat kimi zaman görmezden gelinen bir çocuk kadar hırçındır. Onu görün, hissedin ve algılayın ister. Günlük rutin hayatınızda kaçındığınız her gerçeği bir kurgu süsünde yüzünüze çarpabilir. Boşuna demiyorlar “dikkat kitap var” diye. Edebiyat göz yummuş, boyun eğmiş kitleler için bu yüzden ürkütücüdür. George Orwell’in 1984’ünü okuduğunuzda da, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyasını okuduğunuzda da distopya denilen şeyin aslında içinde yaşadığımız sistemin kendisi olduğuyla yüzleşiyoruz. Çünkü kurgu aslında gerçekliğin katili değil, gerçeğe dair en can alıcı olanın temsilidir. Bir insanın kurgusal olanda kendini bulması belki de oyuncu doğasıyla mümkündür. Gerçeği bu şekilde evirip çevirebilir. Normalde aklının ve ruhunun sınırlarının almadığını yazarın ve şairin kelimelerinden yakalar. Gerçekliğin ne kadar değişebilir olduğunu, bir roman kahramanında, bir şiirin imgesinde, bir masum noktalı virgülde sezer. İnsan için sağaltıma varan değişim bu noktalarda mümkün olur.

İnsan kendi gerçekliği dışında bir kurguda yeni bir gerçeklik bulur.

Başka bir bakışın, duygunun, dünyanın mümkün olduğunu biz edebiyattan öğreniriz. Aslında yazarın veya şairin bize öğretmek, yol göstermek veya iyileştirmek gibi bir amacı yoktur. Gerçi birçok önemli yazar ve şairin bazı rejimler, saraylar ve diktalar adına borazanlık yaptığını biliriz. Ama içimizden edebiyatın yol gösterici olmasını dilemeyiz. Edebiyat bize karışan, bizimle akan ve kendi içimize sürükleyen bir şey olsun isteriz. Gerçekten de edebiyat, okurunda bir içe alma, himaye kurma hissi yaratır. Okuduğu “çok satmayan” nadide kitapları kimseyle paylaşmayan insanlar tanıyorum. Bazı insanlar da okuyup yorumladıklarını sosyal medya aracılığıyla bol bol paylaşabiliyor, bizler gibi okuma grupları ve edebiyat kulüpleriyle üretip çoğaltabiliyor. Herkes edebiyatı kendisine nasıl iyi gelecekse öyle deneyimliyor. Yazar ve şairin de istediği belki bu. Rengârenk kumaşı metre metre okurun önüne sermek ve ondan houte couture bir giysi dikmesini beklemek. Sanat sanat için mi toplum için mi emin değilim ama edebiyatın hiçbir kalıba uymayan yanları da, bir kalıp gibi bireyselliğe uyan yanları da sevdaya dair. Kitaplardan aradan yarım asır geçse bile unutmadığımız pasajlara, başucu kitaplarımıza ve ezbere bildiğimiz şiirlere daha çok dikkat edelim. İçlerinde yaramıza denk geleni de, yaramıza merhem olanı da olabilir. Çünkü edebiyat doğan ve doğuran olarak şefkatlidir.