'Koca Karınlı Kent' tüm dünyada çok okunan benzer aile dramlarının üstünde toplumsal yüküyle okuru, etrafındaki insanları bulundukları yerde değil, “oldukları” yerde değerlendirmeye çağırıyor.

Haritada aranıp bulunamayan ülkenin yorgunları

NURSEL CALAP

“Her gece haritada aradığımız ve bir türlü bulamadığımız ülkenin yorgunuyduk.”

1997 Orhan Kemal Öykü Ödülü ikincisi Suzan Samancı’dan sınır boyu karanlıkları önünde yaşanan sınırsız bir aşkın romanı yer aldı bu ay raflarda. Şiir yazarak başladığı yazın hayatında, şiir gibi akıcı bir dille yazdığı birçok öyküsü çeşitli dillerde yayımlanan ve birçok antolojide yeri bulunan Samancı, Koca Karınlı Kent’te anlattığı aşkın örgüsüne oldukça karanlık tutamlar katmış.

Neresi olduğunu tahmin edebildiğimiz, ancak açıkça belirtilmeyen bir sınır bölgesinde kahramanımızın ninesinin deyişiyle “vicdanına kibrit suyu dökülmüş” kötülükleri büyük adamların arasında yaşanan çocukluktan bahsederek başlıyor roman. Tel örgülerle çevrili lojmanları Disneyland bilip, çamaşır toplarken mermi deliklerini sayarak oyun oynayan çocukların sıkça duydukları ağıtlar kulaklarının pasını siliyor, ölüme umursamaz bir kabullenişle karşı koyuyorlar.

Göçün kaçınılmazlığına karşı koyamayanların bin türlü çile ve şikâyetle gittikleri her yerde kimliklerinin ağırlığı, beraberlerinden getirdikleri az şeyin arasındaki çeyiz sandığından bile fazla çekiyor.

Kuzuları bokundan tanıyan çocukların ağır sorumlulukları ve okula başlarken geldikleri yerde alçak sesle ancak söylenebilecek bir harp olduğunu kabul ettirme zorunlulukları oluyor hep. Uslu çocuk olmaya söz vermek zorunda olanlar okuma yazmayı zehir gibi öğrendiklerinde sayfalar dolusu “Onlar da insan” yazıyorlar.

Sonra o çocukların akıllarını kitaplar tahterevalliye çevirirken, iyi bir kitabın dünyaya bedel olduğunu savunarak büyümek zorunda kalıyorlar.

Kurgusu, okuru kendi yaşadıklarının anısına hızlıca götüren bu romanın birçok satırı altı çizilerek okunacaktır. özellikle, kahramanlarının kendilerini ait hissetme çabalarının farkında bile olmadıklarının anlatıldığı kısımlarda. Kültürlerini deyişleriyle birlikte taşımaya çalışan insanların sohbetlerinden etkilenmemek mümkün değil.

“Sonradan sesini kazananlar ile sesini kaybedenler tehlikelidir.”

Karşılaşabilecekler herhangi bir sıradan olay karşısında bile kendilerini dört kat suçlu bulacak insanların arasında yaşayan insanların ayrıldıkları dağların hasretini nasıl yutkunduklarını okuyacağınız eserin tam anlamıyla bir direniş romanı olduğunu söyleyebilirim. Bir insan ömrü boyunca başlarına gelebilecek her şeye eklenen bir sürekli savaş hali, tıpkı kaçtıkları yerde sürdüğü gibi sürüyor kahramanların içinde.

Yıllar geçtikten sonra bir sabah günaydın diyenlere, “Rojbaş!” diyerek cevap vermek kendilerini bile şaşırtır hale geldiğinde nerede olduklarını ve aslında neden orda olmak istemediklerini de anlıyorlar aniden.

2012’de Diyarbakır’da başlanıp 2015’te Cenevre’de tamamlanan romanın pişmanlık duyuran, isyanla savunulan bir aşkla örülen kısımlarında okuru ayrı bir heyecan bekliyor. Birbirine uygun bulmadığı çiftlerin yakın bulduğu tarafını uyarmak yerine aşkın son bulmasını bekleyen kötücüller gibi okuyacak aşkı okur. Tüm öngörülebilirliği ve tüm heyecanıyla.

Kendi halesi içinde sırlarını içine akıtan bir kente anlatmak istenen her şey eserdeki cümlelerin arasında. Böyle görünmez kentler dağların kokusunu severken o kentin insanları yokuşlu parke taşlarında yürümek zorunda kalır. Ciğerleri sökülen ve tüm parçalarını yaşamak zorunda kaldıkları kentin çatlakları arasında bırakan insanlar bir yanda, “Sınır boyuna çocuğumu göndereceğime balıklara yem olmasını isterim,” diyen anneler bir yanda yaşar giderler.

Ayrıntı Yayınları'nın Türkçe Edebiyat Dizisi'nden yayımlanan Koca Karınlı Kent tüm dünyada çok okunan benzer aile dramlarının üstünde toplumsal yüküyle okuru, etrafındaki insanları bulundukları yerde değil, “oldukları” yerde değerlendirmeye çağırıyor.