Nur Bey, bugün çok az insanda olan vefanın sahibiydi. Kaybettiği dostlarının cenazesine ne olursa olsun gelip aynı gün dönerdi Ankara’dan. Bu defa onun cenazesinde onun usulünü denemek aynı gün içinde İstanbul’a gidip dönmek istedim

Hatıralar ölüme düşman!

Eren Aysan

Kimi romanlar vardır, bittiğinde gözyaşlarınızla başbaşa kalsanız da eserden aldığınız haz büyüktür. Balzac’ın ünlü romanı Goriot Baba’nın sonunda Rastignac, Goriot Baba’nın mezarının başında Seinne Nehri’nin iki kıyısı boyunca kıvrılarak uzanan Paris’e bakarak, “Şimdi ikimiz baş başa kaldık, görüşeceğiz” der. İşte o an okur hınçla Paris’e meydan okuyan bu genç adama biraz gıptayla biraz da üzülerek bakar. Yasın ardından kendini yatıştırmaya çalışan Rastignac üzerindeki acıyı atmak için başkaca denemelere girişir.

Geçen hafta Nur Subaşı’yı yitirdiğimizi öğrenir öğrenmez ilk önce aklıma Goriot Baba romanındaki bu bölüm geldi. Nur Baba da tıpkı Goriot Baba gibi pek çok erdemin sahibiydi. Dostluğunu yürüttüğü kuşakdaşlarına da, kendi evlatları gibi gördüğü genç tiyatroculara da çaktırmadan sahip çıkar, onları korur, kollardı.

Şimdi bizler Rastignac benzeri İstanbul’a parmak sallasak da faydasız. Yaşamı boyunca hayata nanik yapan bir adamın ardından çaresizliğimizi yazmanın da bir anlamı yok! Kaldı ki ondan her defasında bir tokat gibi hayatın kıymeti üzerine muzipçe pek çok ders almışken... Nur Subaşı’nın ölümünden sonra ağlıyor, onunla yaşadığımız günleri hatırladıkça gülüyor olmamızın ardında belki de çok sonradan fark ettiğimiz bu bilgelik, yok mu? Provanın en acıtıcı yerinde, “Ben at yarışı oynamaya gidiyorum, siz takılın!” ya da, “Biz burada kuş kondurmak için uğraşmıyoruz, kuş uçsun, kâfi!” demesinde herkese hayatın her şeyden hatta tiyatrodan bile değerli olduğunu vurgulamak istemesi yatmıyor muydu?
O korno sesiyle, “Hanımefendiciğim, size harikulade bir Konya macerası yaşatacağım,” dediğinde başıma geleceklerden habersizdim. Sabah Konya’ya varmış, tiyatroda provaya girmiş, bir parça odamda dinlendikten sonra bir şeyler yemek için dışarı çıkmaya karar vermiştim ki, Nur Bey, “olmaz… günlerdir plan yapıyorum, seni mühim bir yere götüreceğim!” dedi. Boynumu büktüm. Bir otelin alt katı. Çatal bıçak sesleri. Çok kalabalık. Bir iki aile de yemek yiyor. Sahnede bir şarkıcı, son derece muhafazakar bir kıyafet üzerinde, Türk Sanat Müziği söylemeye çalışıyor. Garson hemencecik altınbaş rakıyı masaya getiriyor. Hizmette kusur yok! Bir iki meze söylüyoruz. Alelade bir yer. Arada Nur Bey, beklediği bir şey var gibi saatine bakıyor. Zaman geçirmeye çalışıyor belli ki. Ortam sıkıcı. Saat dokuza doğru önce şarkıcı kızımız ara veriyor. Hemen ardından hanımlar eşleriyle dışarı çıkıyor. Nur Bey, garsona afilli bir işaret çakıyor: “Hanımefendi benim misafirim. Konyalı değildir!” Bir süre sonra gürültülü bir oyun havası çalmaya başlanıyor. Şarkıcı sahneye bu defa son derece dekolte bir kıyafetle çıkmaz mı? Aman Allah! Bir anda dans pisti oyun havasıyla oynayan erkeklerle doluyor. Hem de nasıl oynama, nasıl kıvırma… Dehşetle bakıyorum. Yeniden Nur Bey’in sesi duyuluyor: “İşte hanımefendiciğim, sizin için en az elli erkeği oynatıyorum. Daha ne istiyorsunuz?”

Yıl 2002 ya da 2003 olmalı! Başrejisör Erhan Gökgücü. Odasında muhtemelen repertuar üzerine konuşuyoruz. Nur Bey geliyor ve Handke’nin ‘Konstans Gölü’nden Atla Geçiş’ini yapmak istediğini söylüyor. Gözlerim faltaşı gibi açılmış. Erhan Gökgücü, kibarca başka başka oyunlar öneriyor ama Nur Bey kararlı. Üstelik başrejisörün itirazına da içerlemiş durumda. Onu rahatlatmak için, “Hadi bir yerlere gidelim,” diyorum. Cengiz Korucu’yla bağlantıya geçiyoruz. Bir saat kadar sonra Mülkiyelilerdeyiz. Derken Mülkiyelilerin kapısından Mehmet Taner kadın arkadaşıyla görünüyor. “Ah Nur, yıllar oldu görüşmeyeli!” seremonisi uzun sürüyor, onları da masaya buyur ediyoruz. Cengiz çoktan şairin daha önce çıkardığı Tan Dergisi ve kitapları üzerine konuşmaya başlamış bile. Mehmet Taner böyle birikimli bir okurla karşılaştığı için mutlu! Dahası yanındaki kadına caka satıyor. Hatıralar birbiri ardına anlatılıyor bir yandan da. Çok geçmeden sudan bir nedenden Taner’in yanındaki kadın, arıza çıkartıyor. Nur Bey’den beklemediğimiz bir tepki geliyor, kendini işaret ederek: “Hanımefendi şu anda başrejisör Erhan Gökgücü’nün masasında oturuyorsunuz. Ona göre…” Biz gülmekten boğulacak gibi olunca kadın iyice sinirleniyor ve masayı terk ediyor.

Öte yandan Erhan Gökgücü bir gün sonra Nur Subaşı hakkında eski bir anısını paylaşıyor: “Konservatuardan yeni mezun olmuşum. Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaya başlamışım. İlk maaşımı da almışım. Nur, konservatuarda son sınıfta. Birgün, ‘Erhan benim bir palto, bir takım elbise ve ceket pantolona ihtiyacım var. Birlikte alışverişe çıkalım mı?’ diye soruyor. ‘Hay hay…’ diyerek yanıtlıyorum onu. Konfeksiyona yeni geçilmiş. Posta Caddesi’nde dönemin bilinen mağazalarından birine gidiyoruz. Henüz kapıda, ‘Kendisi mühim bir aktör ve konservatuarda hocamızdır. Ona bir iki parça kıyafet almaya geldik’ deyiveriyor. Tiyatroculara hürmet edildiği dönem. Mağazadaki görevliler neredeyse bellerine kadar eğilmiş vaziyette. Saygıda kusur yok! Ben bir taraftan giysileri deniyorum, Nur arada müdahale ediyor: ‘Bu yıl pantolon boyları biraz uzun’, ‘Ceket kolunu sonra benim terzide hallederiz,’ gibi. İsteklerini alıyoruz. Taksit yaptırıyor. Çıkışta, ‘her ay bu parayı ödeyeceğim!’ deyince dayanamayıp soruyorum: ‘Nur, bu giysileri sana almadık. Ceketin kol boyu, pantolonun paça boyu sana göre değil!’ Yanıt vermiyor. Bir süre sonra aldıklarımızı konservatuardan maddi durumu iyi olmayan bir arkadaşımızın üstünde görüyorum. Nur, her ay düzenli parayı aksatmadan ödüyor. Arkadaşımız ise bir yıl kadar sonra veremden vefat ediyor.”

Diğerkâmlık böyle bir şey işte!
Nur Bey, kendisi hakkında efsaneleşen kimi hikayelere kimi zaman gülümseyerek katkıda bulunurdu. Berlin’e ailesi tarafından gönderilen sevgilisine kavuşabilmek için bir gece taksiyi çağırıp, ‘Pasaportun var mı? Ailenle vedalaş, Berlin’e gidiyoruz! deyip yola düşmesi sıkça anlatılırdı. Bir gece Cengiz Korucu’yla, ‘Nur Bey, Berlin’e gerçekten anlatıldığı gibi gittiniz mi? Bir de sizden dinleyelim!’ sorusunu, ‘Rakı bardağımla indim sokağa. Ve tabii Viyana kapısında ayıldım!’ diyerek yanıtlamıştı. Sonrası daha mühimdi. Yeniden Ankara’ya döndükten sonra şoför aldığı para için teşekkür etmeye gelmiş, Nur Bey, onu “Borcumuz var mı?” diye yanıtlamıştı. Alacaklılardan pek korkardı.

Okumaz görünür, çok okurdu. Bir gece Nur Bey ve Vüs’at O. Bener oturduğumuzda daha iyi tanımıştım onu. Ya da yine birgün Nur Bey ve Cengiz’le Remzi İnanç’ın evinde…

Nur Bey, bugün çok az insanda olan vefanın sahibiydi. Kaybettiği dostlarının cenazesine ne olursa olsun gelip aynı gün dönerdi Ankara’dan. Bu defa onun cenazesinde onun usulünü denemek aynı gün içinde İstanbul’a gidip dönmek istedim. Ama yapamadım. Belki de onunla vedalaşmak istemediğimden…

Sokrates’e, ‘Otuz zalimler seni ölüme mahkum etti!’ denmiş. ‘Doğa da onları!’ diye buyurmuş üstad. Ölümden kaçılamayacağına dair insanca bir saptama sadece.

Ya anılarımızdan. Onlar da ölür mü?