Hayat bulan gerçekler
Fotoğraf: Pixabay

Esme ARAS

Röportaj, dilimize Fransızcadan geçen bir sözcük. Bu türe ait metinler genelde gazete ve dergi yazısı şeklinde tarif edilse de aslında konusu itibarıyla bir soruşturma ve araştırma alanı olarak gazeteciliğin dalıdır. İnceleme, soru sorma yoluyla bilgi toplama, kayıt altına alma, çoğu kez de fotoğrafın tanıklığına başvurması gibi özellikleriyle öne çıkar. İnandırıcılığını belgelerden alan bu yazı türü, üzerinden zaman geçtikçe bir belge niteliği taşır.

Edebi röportaj ise ilk olarak Fransız Edebiyatı’nda karşımıza çıkar. Türk Edebiyatı’nda türünün ilk örneğini, 1918’de yayımladığı “Diyorlar ki” adlı eseriyle Ruşen Eşref Ünaydın vermiştir. Ünaydın, dönemin edebiyat dünyasındaki sanat ve fikir insanlarıyla yaptığı bu röportajları kitaplaştırmadan önce “Türk Yurdu Dergisi” ve “Vakit Gazetesi”nde yayımlamıştır. Ona göre “Mülâkatçılık kayıtçılık değildir. Yoksa, kaydın âlâsını meclislerdeki ve mahkemelerdeki zabıt ceride kâtipleri yapar.” Ünaydın, bir konuşmanın renklerini ve vasıflarını belirterek, “adeta ressam meziyetleri” ile canlandırılması gerekliliğine inanır.

ÖYKÜSEL BİR DİL MÜMKÜN

Röportaj tarihe, o güne not düşmektir. Bir dönemi anlatan, bugüne taşıyan röportajlar sözlü tarih çalışmasına sunduğu katkılar bakımından kıymetlidir. Röportajı bilgilendirici gazete yazıları arasında görenler olduğu kadar onu yaşamdan bir kesit olarak, bazen öyküsel bir dille harmanlayarak anlatmanın mümkün olduğunu düşünenler de var. Yaşar Kemal örneğinde olduğu gibi. Onun 1951-1963 yılları arasında yaptığı röportajları, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanmış ve dört kitaptan oluşacak şekilde “Bu Diyar Baştanbaşa” altbaşlığıyla Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından bir araya getirilmiştir. Yaşar Kemal’e göre röportaj, haberin varamadığı yere varandır. “Ama gerçeği değiştirerek değil, yaratarak,” yapar bunu diyor büyük usta. Buradaki yaratmanın, düş gücüyle hiçbir ilgisi yok. Amaç gerçeği saptırmadan, haberin ve olayların ardındaki yaşamları, dramları, sevinçleri, düşünceleri verebilmek. O nedenle 1975 Milliyet Sanat Dergisi’ndeki röportaj soruşturması üzerine görüşünü açıklarken, “Röportajı bir edebiyat dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür,” demiştir.

Romanlarında Anadolu insanının gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan Yaşar Kemal, “Bu Diyar Baştanbaşa” dörtlüsünün ilk kitabı “Nuhun Gemisi”nde acıtıcı gerçekleri edebi dille harmanlayarak okurlarına aktarır. Diyarbakır, Van, Erzurum, Amasya başta olmak üzere ilçeden ilçeye, köyden köye kara, hava, deniz yolu taşımacılığıyla seyahat ederek kaleme aldığı röportajları 1951-1953 yıllarını kapsar. “Erzurum Dağları Kar ile Boran” başlıklı röportajının konusunu 3 Ocak 1952’de meydana gelen “zelzele” oluşturur. Pasinler Ovası’nın evsiz barksız kalan 37 köyünde, kar altındaki çadırlarda barınmaya çalışan 16.473 vatandaşın dramını şu cümlelerle anlatır: “Geceden beri sürüp gelen tipi göz açtırmıyor. Kahredici bir ayaz var. Kar, telgraf direklerinin yarısını buldu. Dağ, taş, ağaçlar, bütün dünya donmuş.”

YÜREKLER ACISI DURUM SATIRLARDA

Perişan kılıklı, kahrolmuş köylülerle konuşarak yürekler acısı duruma kalemiyle dikkat çekmeye çalışan yazar, zelzeleden sağ kurtulup soğuktan ölenlerin sayısının günde üç dört kişiyi bulduğundan söz eder. Buz tutan çadırlarda yaşamanın en zor tarafının, geceleri geçirmek olduğunu söyleyen köylülerin yüzüne bakmak bile üşütür onu. Köylerde ve ilçede çadırları, Erzurum hastanesinde yaralıları ziyaret eder. Kadınların kucaklarında kimi bir aylık, kimi altı, kimi sekiz aylık bebeleri... Yarı çıplak çocuklar iki büklüm olmuş, kar üstünde… Bütün Hasankaleliler çadırda. Düpedüz ölümle pençeleşme, dediği o durum karşısında gördüğü en güzel, yürek ferahlatıcı olayınsa zelzeleye uğramamış yakın köylerin, felaketzedelere yaptığı yardımlar olduğunu belirtir. Kendi evinde el kadar yakacak tezeğinin bile kalmadığını, ne varsa yükleyip getirdiğini anlatan ihtiyar karşısında, “Hepsinin derdi aynı. Soğuk ve yokluk,” diye yazar ve son sözü söyler, “bu bölgeye yardımı mutlaka genişletmek ve çabuklaştırmak gerek!”

Aradan geçen yetmiş bir yılda, 6 Şubat’ta yaşadığımız Kahramanmaraş merkezli depremimin üstüne, büyük ustadan yaptığımız bir alıntıyla yazıya noktayı koyalım.

“Hasankale ilçesinde, Ankara’dan gelen milletvekilleri dert dinliyorlar.

‘Beyim, çadırda hepimiz öleceğiz. Bir çare…’

Milletvekili: ‘Şimdi yıkılmış bulunan dört köye baraka yaptırıyoruz. Ondan sonra da, sıra size gelecek.’

‘Ama biz o zamana kadar soğuktan öleceğiz.’

Milletvekili: ‘Hasankalede, yıkılmamış, sağlam evler de var. Niçin girip oturmuyorsunuz?’

Adam: ‘Sağlam ev kalmadı,’ diyor. ‘Görüyorsunuz ki, her gün de zelzele oluyor.’

Milletvekili: ‘Hiç sağlam ev yok mu?’

Adam: ‘Beyim,’ diyor. ‘Güvenilecek ev olsa, bu soğuğa, çadırlara kim razı olur? İnsan bu kışta kıyamette keyfinden bu çadırlarda oturur mu?’

Milletvekili susup düşünüyor.”