Selahattin Demirtaş doğrudan siyaset yapmıyor ama siyasi devinim içindeki ‘basit’ parçalarla, yani insanlarla, insanların o devinim esnasındaki duygu ve düşünce halleriyle ilgileniyor. Ve bütün bu travmatik süreçlerde insanı insan yapan değerleri soruşturuyor

‘Hayat hep yarımdır’

A. Ömer TÜRKEŞ

‘Devran’dan uyarlanan tiyatro oyunu üzerinden kaynatılan cadı kazanı hâlâ sıcaklığını korurken, Selahattin Demirtaş -düşman çatlatırcasına- yeni bir romanla çıkıyor okuyucusunun karşısına. Hayatında ‘Cin Ali’ hikâyelerinden başka bir şey okumamış, hamasi piyesler dışında bir oyun izlememiş, bir sergiye, bir konsere yolu hiç düşmemiş siyasetçilere alışık olan bir ülkede Selahattin Demirtaş gibi bir figürün varlığı elbette sevindirici. Üstelik hikâye ve romanlarında indirgemeci bir siyasi yaklaşımın uzağında durmayı da başarıyor; ‘Leylan’ bir hayalin ve bir aşkın hikâyesi...

BİR HAYALİN VE AŞKIN HİKÂYESİ

‘Leylan’ iki bölümlük bir roman. Diyarbakır’da geçen 70 sayfalık ilk bölümde Kudret’le Serap’ın aşkını anlatmış Demirtaş;
“Serap’ın Kürtçesi ‘leylan’dır. Adını ‘Leylan’ koysalardı onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım. Adı ‘Mürüvvet’ olsaydı farklı olur muydu, bilmiyorum. Ya da ‘Vuslat?’ Yine de ben Leylan’ı sevdim, serap olacağını bile bile.”

Ortaokul çağlarında başlar Kudret’in karasevdası;

“Okulun ilk günü bir de baktım ki Serap’la aynı sınıftayız. Üstelik çaprazımda oturuyor. Benim yanımda Süphan’la Kemo, onun yanında çirkin Netice. Serap bu şekilde çok daha güzel görünüyordu. İnsanın gözü ağzından büyük olur mu? Değilse gözleriyle nasıl yedi beni? Önce “Gözüm seni bir yerden ısırıyor” diye ufak ısırıklarla başladı zaten. Aslında o da her şeyi biliyordu ve uğruna düştüğüm kavgaları. Bütün sınıfın tanıklığında çaktırmadan bol bol baktık birbirimize. Midemde kelebekler uçuştu, karnım heyecandan guruldadı. Tesadüfe bak, midenin Kürtçesi ‘aşık’tır.”

Yıllara yayılan, zaman zaman yaklaşsa bile bir türlü kavuşulamayan, ikisini birbirine tutsak bırakan ve hayatlarını yarım kılan bu aşk, Netice’nin kaleminden ‘Hayat Hep Yarımdır’ isimli bir romana aktarılacaktır.

İkinci bölümde işte bu romanı okuyacağız.

İlk bölümden bütünüyle farklı akan ama aşk ve yarım kalan hayat temasıyla ilkine bağlanan ikinci bölümde Bedirhan ve Sema çiftiyle tanışıyoruz. Üniversite eğitimi için Bedirhan Nusaybin’den, Sema Tarsus’tan gelmiş İstanbul’a. Bedirhan tarih, Sema tıp okurken tanışmışlar. Köy yakmalar, faili gizlenen siyasi cinayetler, işkence ve gözaltında kaybedilmeler nedeniyle üniversitelerin her daim hareketli olduğu 90’lı yılların Türkiyesi’nde öğrenci eylemlerine katılmışlar, yakınlaşmışlar ve okul bitiminde evlenmişler. Bedirhan’ın akademik kariyeri barış bildirisine imza atttığı için sonlandırılmış. Sema ise hak ettiği profesörlük kadrosunu alamamış. Bütün bunlara rağmen, sancılı, zorlu, zahmetli zamanlardan geçmiş olsalar da birbirlerine tutunarak bütün zorlukları aşmayı başarmışlar. Şimdi önlerinde aşılmayı bekleyen yeni bir engel var; ölüm...

EDEBİYAT DİRENİŞTİR!..

Selahattin Demirtaş hapishaneden yazıyor kitaplarını. Üzücü, dahası utanç verici ama şaşırtıcı hiç değil. Ne yazık ki adaletsizliğe ve hapishane anlatılarına alışkınız... Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Fakir Baykurt, Yılmaz Güney, Sevgi Soysal gibi Türk edebiyatına -ya da Musa Anter, Memed Uzun gibi Kürt edebiyatına- yön vermiş yazarların neredeyse hemen hepsinin yolunun içerden geçmiş olması, yazarlıkla mapusluğu doğal olarak özdeşleştiriyor zihnimizde. Ancak edebiyat kağıt, kalem ve yazar arasında dolaysız bir faaliyet değildir. ‘Hayatım roman’ klişesine ise hiç bel bağlamamak gerekir. Tuhaftır ama edebiyat yazması ve okumasıyla kendi içinde disiplin, deneyim ve bilgi gerektiren bir uğraştır. Sözünü ettiğim isimler hapise düştükleri için yazar olmadılar, bir kısmı zaten yazar oldukları için hapse düşmüşlerdi, bir kısmı edebiyatla haşır neşirdi. Kısacası hapishane insanı kendiliğinden yazar yapmaz, yapsaydı eğer edebiyat tarihimiz Meydan Larousse ciltleri kadar kalın olurdu. Hapishaneler insanı yazar yapmaz derken kim nasıl girerse öyle çıkar demek istemiyorum, elbette yazma, çizme ve diğer insani etkinlikler öğrenilebilir, yetenekler geliştirilebilir. Ve ayrıca yazmak derken büyük eserleri kast etmiyorsak eğer, ister yayımlansın ister yayimlanmasın, içerdekilerin yazma serüvenleri de edebiyatın içindedir.

Öykülerinin yer aldığı ilk kitabının yayımlanacağını duyduğumda, hem meraklanmış hem de biraz kaygılanmıştım. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi; gerek ‘Seher’de gerekse de ‘Devran’da politikada pişirdiği belagatinden kendine özgü bir edebi üslup yakalamıştı Demirtaş. Anlattıkları siyasi kimliğini öne çıkarmayan sıcak, ironisi bol, minör hikâyelerdi anlattıkları. Ancak hâlâ yolun başındaki genç bir yazardı!..

‘Leylan’da çok daha ustalaşmış bir yazar kimliği çiziyor. Öncelikle içiçe geçmiş iki hikâyeli kurgusunu çok başarılı bulduğumu söylemeliyim. Anlatıcı farklılıklarını farklı üsluplarla yakalamasını bilmiş. İlk bölümde Selahattin Demirtaş’ın ince mizahı daha belirgin. İkinci bölüm ise gerçekten çok şaşırtıcı. Zira bu bölümde bilimkurgu motifleri eşliğinde insan beyninde bir yolculuğa çıkıyoruz. Gerçek dünya ile zihindeki gerçeklik arasında imgeler ve metaforlarla kurulan bağlar ya da sanal gerçeklik içinde Bedirhan’ın Sema, Sema’nın Bedirhan kimliğine bürünmesi bir yandan hikâyeye derinlik katarken diğer yandan merak duygusunu yoğunlaştırıyor. Biraz karmaşık, okuyucuyu dikkatli ve katılımcı olmaya davet eden bir kurgusu var ‘Leylan’ın ama sarkma ya da dağılma yok. Baştan sona hızlı akan, biraz hüzünlü ama keyifli bir roman.

Selahattin Demirtaş doğrudan siyaset yapmıyor ama siyasi devinim içindeki ‘basit’ parçalarla, yani insanlarla, insanların o devinim esnasındaki duygu ve düşünce halleriyle -nasıl davrandıklarıyla, verdikleri tepkilerle, jestleri ve mimikleriyle- ilgileniyor. Ve bütün bu travmatik süreçlerde insanı insan yapan değerleri soruşturuyor.

Edebiyatla ilgilenmek diri tutar insanı. “Okur ile tarih, kurmaca ile gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiler üzerine düşünmek, aklın canavarlar üreten uykusuna karşı bir tür terapi oluşturabilir” demişti Umberto Eco. Ancak ‘estetik yaşantı kötülüğün aşısı değildir’. Kötülüğün iktidarını yıkmak için politik bilinç ve politik mücadele gerekir. Elbette edebiyatın elinin kolunun bağlı olduğunu söylemiyorum. Sonuçta her roman dünyaya karşı bir tavrı barındırır ve politik bilince olumulu ya da olumsuz bir katkı yapar. Nitekim ‘Leylan’ da gerçekliğin politik terimlerle aktarılmaya elverişssiz yanlarının anlatısı olarak böyle -olumlu- bir katkıyı barındırıyor. Demirtaş kurmaca anlatılarıyla yıkıyor kendisini çeviren duvarları, ruhunu özgürleştiriyor. Ve bir kez daha Nâzım’ın dizelerini hatırlıyoruz; ‘mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta...’