‘Hayatın içinde olmak lazım kuru edebiyat palavradır’

BURAK ABATAY

Ahmet Say, Türkiye siyasi tarihinde yer etmiş isimlerden biri olduğu gibi sanatsal anlamda da ülkenin en özgün işlerine imza atmış biri. Onlarca iş arasında benim aklımda kalan Türk Solu Dergisi’ni Mihri Belli ve Reşat Fuat Baraner ile beraber çıkarmalarıydı. Bir de Cemal Süreya, Ali Püsküllüoğlu ve Demir Özlü gibi isimlerle beraber yayımladıkları Türkiye Yazıları. Ankara’da evinde buluştuğumuz Ahmet Say ile müziğe, edebiyata ve güncel politikaya dair birçok konuyu konuştuk. Referanduma ilişkin konuşan Say, Anadolu insanının vicdanına güvendiğini ifade ederken, seçim sonucunun ‘HAYIR’ çıkacağına kesin gözüyle bakıyor

Türkiye’de çok uzun yıllar dergicilik yapmış biri olarak günümüzde dergiciliği takip ediyor musunuz?

İster istemez takip ediyorum. İyileri de var, kötüleri de var. Öyle bir dönemdeyiz ki amatör bir şekilde dergicilik yapmak çok zor. Eskiden daha kolaydı. En azından 3-5 kişi bir araya gelip 3’er 5’er lira koyduklarında en azından birkaç yıl o dergi sürerdi. Şimdi bunu göze almak çok zor. Profesyonel olarak sürdürülen dergiler hala var. Varlık hala çıkıyor mesela. Onların yayınları da olduğu için kaynakları da var. Enver Ercan edebiyatı da, yayıncılığı da iyi biliyor. Yeditepe zamanında Varlık’la beraber çok önemliydi. İkisi yarış halindelerdi. Yeditepe sonra engele takılıp düştü ve bir daha da ayağa kalkamadı. Dergicilik bir engelli yarış. İktidar ve çevreleri de dergiciliğe öcü gibi bakıyor. Çünkü kendileri eski iktidarlardan daha geri kafalı. Edebiyata ve yayıncılığa daha uzaklar. Dünyadan haberleri yok. Sadece siyasal açıdan değil, ekonomik olarak da büyük paralar koyup, onları kaybetmeye razı olmak lazım.

» Bugünkü dergileri takip edip, Türkiye Yazıları’nda ya da Türk Solu’nda “Keşke bunu da yapsaydık” dediğiniz bir şey var mı?

Hayır, yok.

» Sizin yaptığınız ve bugün yapılmayan şeyler var mı?

Var. Biz daha fazla hayatın içindeydik. Daha fazla hayatı biliyorduk. Kuru edebiyat palavradır. Hayatı vermedikçe, insanı anlatmadıkça ki o insan da toplumdan bağımsız değildir, o edebiyat olmaz. Kadın erkek de ayırt etmem. Hatta kadınların edebiyatçı olmaları daha sevindirici bir şeydir. Adalet Ağaoğlu mesela. Ama kadın yazarlar şimdi öyle değil. Çoksatar yazarlar var aralarında. 100 bin, 200 bin basıyor. Edebiyatçı olmayı hak etmeyen kadrolar bunlar.

» Bahsettiğiniz, bu bozuk kadro mevcudiyetindeki problemin kabahati erkekler mi? Kadınlara yer mi bırakmıyorlar?

Çıkan çıkar. Kimse “Adalet Hanım’a sen neden roman yazıyorsun?” demedi. Adalet Ağaoğlu’nun işleri ortanın çok üzerindeydi. Türk edebiyatının henüz can çekiştiği yıllardı ve kalkıp kan verdi. Kadınların edebiyat yapması bir zorunluluktur.

» Siz, dönem olarak hayatı yakaladığınızdan bahsettiniz. Neleri yakalıyordunuz?

Türk Solu dergisini çıkarırken fabrika kapılarına giderdik. Mesela İşçi-Köylü diye bir gazete çıkardık. O günlerde gazetelerin fiyatı 10 kuruşsa, biz 1 kuruşa verirdik. İşçilerle dostluk kurardık. Sonra köylere giderdik gruplar halinde. Tam olarak işçi sınıfının ya da köylü hareketinin içinde değildik. Ama o insanları biraz fışfıkladığımızı sanıyorum. Eskiden daha içli dışlıydık işçi sınıfı ve yoksul köylülerle. Şimdi edebiyatçılar bunu pek yapmıyor. Çıkarsa Diyarbakır’dan bir yazar çıkıyor. İstanbul’dan Diyarbakır’ın ilçelerine giden yok. Fikret Otyam tek başına Cumhuriyet gazetesini kurtardı. Tiraj aldı. 10-15 sene doğuyu dolaştı. Hiç de ödün vermeden, bozuk Türkçeleriyle insanları olduğu gibi yazar ve Cumhuriyet’te yayımlardı. Uzun yıllar yaptı bunu. Bizim kuşak dediğim biraz da o.

» Şu an buna ne engel oluyor?

Bu toplumsal yapının olanaklara engel oluşturduğunu düşünüyorum. Siz içindesiniz, daha iyi bilirsiniz. Bu soruyu önce kendinize sorun cevabını almak için.

» Bu derdi dert edinebilecek gazetelerin sahip olduğu maddi olanaklar sanırım buna engel.

Bunu Fikret Otyam’dan evvel ilk yapan Yaşar Kemal’dir. Yaşar Kemal gençliğinde, 18-19 yaşında hapse de girdi. İyi ki de girdi. Hapse girmeyen adamı pek adamdan saymayız. Yaşar Kemal, ilk olarak Cumhuriyet’e geldiğinde onu yurt haberleri servisine aldılar. Ama iki ayrı hikayesi çıktı o dönem. Mesela “Haliç’te lüfer akını” başlıklı bir röportaj dizisi vardı. Bilirsin, balık ışığa gelir. Sandalda yaşıyor bu balıkçılar. Yaşar Kemal de 3-4 gün balıkçılarla sandalda yaşamış. Artık kimse hayal bile etmiyor bunları. Böyle ilginç şeyler bulunabilir. Vardır muhakkak. Hele İstanbul’da...

hayatin-icinde-olmak-lazim-kuru-edebiyat-palavradir-260614-1.

» Edebiyatta işler böyle. Peki müzikte nasıl?

Müzik deyince, hangi tür müzik diye sormak lazım. 3 tür müzik var. Biri eğlence müziği (popüler müzik), biri halk müziği, biri de klasik müzik. Türkiye’de egemen olan popüler müzik. Ama onun hali perişan. Klasikleşen Türk müziği, divan müziği, cumhuriyetin ilk yıllarında iyiydi. Bunun için konservatuarlar da kuruldu. Hala yaşıyor o kurumlar. Konservatuarlarda öğrenciler doğru dürüst nota öğreniyorlar, teori öğreniyorlar. Ancak icrası konusunda geleneksel sanat müziği de can çekişiyor. Türk sanat müziği demiyorum. Çünkü Ermeni, Yahudi, Rum gibi etmenleri de var. O yüzden geleneksel sanat müziği demek daha doğru. Bir de sanat müziği olmayan geleneksel müziğimiz olan halk müziğimiz var. Halk müziği her zaman toplumları doğrudan temsil etmiş bir ana köktür. Halk müziği sözlü müzik olduğu için ve Dadaloğlu, Karacaoğlan gibi isimler seslendirildiği için Türk halk müziği denebilir. Bunda şovenlik bulmuyorum. O da gerilemiş durumda. Halk müziğinin ve geleneksel sanat müziğinin ki bunlar daha konservatif tutumlar olduğu için, ihya edilmesi lazım. Son 20-30 yıldan beri böyle bir şey olmadı. Nefes almıyor. Bunlar yerine arabesk bir tutum var. Bu tabii bizim müziğimize musallat olunca, ne idüğü belirsiz bir hal aldı. Son 200 yıldan beri elit çevrenin Avrupa müzik kültürüne yakınlık gösterme eğilimi var. Sarayda başlıyor bu tutum. Cumhuriyet döneminde biz Avrupalıyız diyebilmek için Avrupa müzik kültürü ile ilişkilelerimiz artırıldı. Ancak yaşadığımız bu dönemde özellikle konservatuarlar, öğretim kadrosu itibariyle giderek zayıflıyor. Türk Beşlilerinin hepsi Ankara Devlet Konservatuarında hocalık yaptılar. Onların yetiştirdiği ikinci kuşak Fazıl Say’ın da hocalarıdır. İlhan Baran mesela. İlhan Baran ölünce öğrencileri bu işleri götürüyorlar ama nasıl götürüyorlar? Kendileri de çok şikayetçi.

» Bu şikayeti nasıl tarif edebilirsiniz?

Sen bestecisin. Beste yapacaksın. Ne besteleyeceksin? Neyi düşünüp neyi besteleyeceksin.? Önce maddi olarak kendini kurtarmalısın ki, kafan rahat bir şekilde iş yapabilesin.

» Popüler kültürün bu çıkmazda bir etkisi var mı?

Popüler kültür tarih boyunca var olan, eğlence müziği kültürü. Hep var. Antik Yunan’da bile. Bir yandan filozoflar çıkarırken, bir yandan da Dionysos Şenlikleri var. Dans ediyorlar, içki içiyorlar, müzik yapıyorlar. Bu insanın en temel ihtiyacı. Kendi ritminden, kendi halk müziğinden esinlenip veyahut başka ülkelerden caz gibi üretimleri sahiplenirsen bir şeyler yapabiliyorsun. Ancak şimdi hiçbiri yok. Türkiye’de popüler müzik 30-40 yıldır tam bir dejenerasyon içinde. Ne kendisine özgü bir şey yaratabilmiştir, ne de Batı popüler müziğine angaje olabilmiştir. Hep geneldeki düşünsel yapının durumuna göre, kimi zaman arabesk, kimi zaman da kimliksiz bir açmaz içinde kalmıştır. Avrupa sanat kültürü cumhuriyetle beraber Türkiye’de de filizlenecekken, toplumsal etkinin getirdiği sonuçla beraber kavruldu. Her üç tür müzik de bitik durumda.

» Düzeltmek için ne olmalı?

Nasıl düzeltebiliriz sorusunun cevabını bizim kuşak verebilir. Bizden sonrakilerin bir şey söyleyebileceğini sanmıyorum. 80 yaşından sonra kimse ders veremez ancak yol gösterebilir. Bizler yol gösterici olmalıyız. Hem eskiden kalma ipuçlarımız var, hem de ileri insanlıktan yana bir bakışımız var. Biz Avrupa müzik kültürüne daha yakın bir kuşağız. Çünkü Avrupa demek uygarlık demektir bizde. Soruna dair reçete yazmam doğru olmaz ama bunun üzerinde çok düşünmek, doğru dürüst mekanizmalar oluşturmak gerekir. Kötü gidişat hemen önlenebilir.

» Kültür Bakanlığı size bunları danışmak için geliyor mu?

Benden kaçıyor Kültür Bakanları. Kendi kurumlarından bile uzak duruyorlar. Opera ve baleye, devlet senfoni orkestrasına kem gözle bakıyorlar.

» Hali hazırda binlerce akademisyeni de görevlerinden ettiler. Bu olup biteni nasıl izliyorsunuz?

Yakın tarihte de, bunun Avrupa tarihinde bile çok örneği var. Mussolini ve Hitler böyle yaptı. Kendinden yana olmayanı sokağa attılar. Şimdi de bu insanlar sokağa atılıyor. Bu insanlar nezle olsa burun damlası alacak parası yok. Sokağa atılması çok acı ve trajik bir durum. Binlerce akademisyenden bahsediyoruz. Şakası yok bu rakamların. Gerekçe göstermeden profesörü işinden atıyorsun. Adam demokrat bir adam. Komünist de değil. Ama neymiş, senden yana değilmiş? Durum bu.

» Siz anayasa değişikliği referandumuna nasıl bakıyorsunuz?

'Hayır' çıkacağına eminim. Sağlıklı, namuslu bir seçim yapılırsa 'Hayır' çıkacaktır. Anadolu’ya olan bir bakışım var. Son 15 yıl içerisinde dinsel düşünce açısından, bu fikri yaygınlaştırmak için hayli çalışmalar yapıldı. Ama bu Tayyip Erdoğan’ı iktidara getirmesi anlamına gelmez. Anadolu insanına tek başına bir insanın iktidar olmasını sorsan, “Yok devenin başı” diyecektir. Ben eminim ‘Hayır’cılar fazladır. Tabii Evet’çilerin de oylarını çoğaltmak için bir sürü mekanizmaları var. Ama kurtarmaz. İnsan vicdanına sığıyor mu, sığmıyor mu? İnsanların bunu tartması durumu hep vardır. O açıdan da tek başına Tayyip Erdoğan’ın bir ülkeye hükmetmesi pek vicdani değil. Halk, ne kazanacak, ne kaybedecek düşünmesi lazım. Kazanacağı çok şey yok belki ama kaybedeceği şey çok fazla.