Google Play Store
App Store

Özlem Çetinkaya’nın ‘Anne Çiçekleri’ sıradan görünen anne kız ilişkilerinin derinde oluşturduğu yolları, o yolların karanlıklarını, iniş çıkışlarını fark etmenin hikâyesi.

Hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değil
Fotoğraf: Düşbaz Kitaplar

Fatma AKTAŞ

Yazar Özlem Çetinkaya’nın yeni kitabı ‘Anne Çiçekleri’ bize hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gerçeklerin çok daha derinde olduğunu anlatıyor. Acıma ile şefkatin farkına varmamız için bize bir perde aralayan hikâyede, kadının kendisine ve yaşama dair keşifleri, her kesik yarası gibi önce can yakıyor ama bir yandan da kendisine ve çevresine merhem oluyor.

Felsefe profesörü ve yazar Elisabeth Badinter, 'Kadınlık mı Annelik mi’' kitabında günümüz dünyasında anneliğin, kadın olmanın neredeyse bittiği nokta olarak algılanmasına yol açan koşullardan bahseder. Sence her kadın anne mi doğar? Kadınlık mı, yoksa annelik mi?

Annelik sonrası kadınlığın bitmesi gibi anlayışların anneliği kalıplara sokmak olduğunu düşünüyorum. Anneliğin kutsal kılınması, yüceltilmesi bir kadına yüklenen çok büyük bir yük. Tamamen doğal ve gerekli koşulların bir araya gelmesinden oluşan bir sürecin bu denli yüceltilmesinin altında yatan ihtiyaca bakmak gerekiyor. Bir erkek de son derece kapsayıcı bir tavırla muhteşem bir annelik sunabilir bir çocuğa. Anneliğin cinsiyetten çok, bir nitelik olduğunu ve bu niteliğin geliştirilebilir olduğunu düşünüyorum.

Annelik mi kutsaldır yoksa makbul annelik mi? Her şeye rağmen, en önemlisi bu soruyu sorabilmek aslında. Anne olsak da olmasak da ama kadın olarak mutlaka…

Kutsallık bana biraz bilişsel bir çarpıtma gibi geliyor. Elbette insan olmak büyük sorumluluk, bir insanın dünyaya gelmesine vesile olmak da öyle ama burada nerede duracağımızı da iyi bilmemiz gerekiyor. Anne olmak sadece bir kimlik. Kimliklere yapışık kalmaksa hayatı zorlaştıran, kimliklerin kendisi değil. Makbul annelik dediğimiz zaman otomatik olarak makbul olmayan bir annelikten de bahsediyoruz. Oysa her koşul kendi içinde öğretici, geliştirici bir süreç taşıyor.

Üst-orta sınıf diyebileceğimiz bir aileye mensup olan Özlem’in ailesinin kadınları, kendilerine sunulan yaşamı kanıksamış ve varlıklarını bir çeşit görev olarak kabul etmiş kadınlar. Ailenin ayrık otu Özlem ise bu döngüyü kırmakta kararlı. Bu kararını bireysel tıkanıklıkla vermek zorunda kalması noktasında neler söylersin?

Hayatta bir yer geliyor ve insan kendisine diyor ki; “Burada bir yanlış var. Burası bu şekilde olmamalı.” Bir şeylerin aslında farklı olması gerektiğine dair yoğun bir his. O noktaya gelene kadar insanın gözü daha fazla dışarıda olabiliyor, yaşamda kalma stratejileri dışarıdakilere göre belirlenebiliyor ki hayatta kalınsın. Sonra bakıyorsun ki o stratejiler evet seni hayatta tutuyor, bir şekilde var olmanı sağlıyor ama aslında ortada “sen” diye bir şey de kalmıyor. Kukla kendisine bir nefes istiyor. Ve ancak kendi canı yandığında anlıyor insan acının ne olduğunu. Tıkanıklık nefesin akmadığı, suyun akmadığı yer. Döngü ancak bu noktada kırılabiliyor; birinci elden deneyim.

Özlem hem kendi anne babası hem de anneliği-ebeveynliği başta olmak üzere 'kutsal aile'  ilişkilerini acımasızca deşerken sık sık gördüğü bir iç hesaplaşma yaşıyor. Romanında gerilim dolu bir dille anlatıyorsun bu hesaplaşmayı. Dil seçimin üzerine neler söylemek istersin?

Dil seçimi kendiliğinden gelişti. Deneyimlerin içinde birçok duygu çıkıyor içimizden ve biz genelde bunların seslerini kısmaya meyilliyiz. Sesleri kısıldığında duyulmuyor, görülmüyor duygular, düşünceler… Öfkeyi görmezden gelerek dönüştüremiyoruz. Kalp kırıklığının altında yatan ihtiyacı göremiyoruz o kırılma sesine kulak vermeden. Ve bütün bunlar şimdiki zamanda olanı görmek, duymak, koklamak, hissetmekle mümkün. Sert bir deneyim yaşanıyorsa orayı yumuşatmaya çalışmak yerine, “Burada olan ne?” diye sormak çok daha cesur geliyor bana hayatın içinde.

Yazar kendi yaratıp yazdığı metni tam olarak anlayabilir mi?

Metni yazarken karakter ve hikâye üzerinden bir kurgu oluşuyor ve orada anladığım farklı oluyor. Aradan zaman geçince ve metni çözümleyerek okuduğumda, kendime dair de çok şey fark ediyorum. Karakterlerim bana ışık tutuyor bir nevi.

Bundan sonra ufukta neler var?

Yazma sürecini yaşam sürecinden farklı görmüyorum ve her zaman söylediğim bir şey var: Yaşamak bir farkındalık sanatı, yazmak da öyle. Yazmak için farkındalık, farkındalık için yazmak birbirini çok destekleyen alanlar. Bundan sonraki hikâye bunun üzerine olacak gibi ama her an her şey olabilir.